4 Kasım 2018

Demir Konsey (Yeni Crobuzon 3)


Demir Konsey - The Iron Council
China Miéville
Çeviren: Güler Siper
Yordam Kitap
Şubat 2015 (1. basım)
544 sayfa

Yeni Crobuzon üçlemesini yıllardır bitirmedim diye içime dert olmuştu. Miéville okumayı da özledim. Dedim ki, artık Demir Konsey'i okuyayım.

Okuyamadım.

28 Eylül'de kitabı okumaya başlamışım, 4 Kasım'a kadar ancak 114 sayfa okuyabildim, onu da kendimi zorlaya zorlaya okudum. Kitaba neden ısınamadığımı hiç bilmiyorum, serinin ilk iki kitabını çok sevmiştim aslında. Şu yüz küsur sayfada hiçbir karaktere karşı bir şey hissedemedim, hiçbir sahnenin sonunda ne olacağını merak etmedim. Bugün artık pes ediyorum, bu kitabı bir kenara bırakmazsam başka bir romana geçemeyeceğim ve omuzlarımda sürekli bir yük hissediyorum.

Bu da "Pes ediyorum," güncellemesi. Belki bir süre sonra tekrar denerim.

26 Eylül 2018

Kibrit Ev


Kibrit Ev
Murat S. Dural
İthaki Yayınları
Kasım 2016 (1. basım)
233 sayfa

Neredeyse iki yıl boyunca kitaplığımda bekleyen Kibrit Ev'i ancak okuyabildim. Üstelik neredeyse yaz boyunca, yavaş yavaş okudum. Bitirir bitirmez de yorum yazmak için buraya koştum.

Öncelikle, çağdaş Türk yazarlara karşı çoğunlukla önyargılıyım, aslında okumam gerektiğini düşünürken okumuyorum. Murat Dural'ın kitabı bu tavrımı kırdı çünkü her türlü sosyal medya ortamında birbirimizi takip edip Kayıp Rıhtım'ın doğum gününde güzel güzel sohbet etmişken kitabını hâlâ okumamam bence çok ayıptı. Nihayet okudum ve pişman değilim! (Önereceğiniz çağdaş yazarlarımız varsa, özellikle bilimkurgu ve fantastikte, bir bakmak isterim.)

Murat'ın öykülerinde fantastik ögeler bol bol bulunuyor ama bu kitabı bir janra yerleştireceksek, bence "büyülü gerçekçilik" en uygunu. Tuhaf kurguya da göz kırpıyor, korkuya da. Öykülerinde tanıdığımız yazarlara, kitaplara göndermeler var. Kitaplara gönderme yapan kitapları çok seviyorum. <3 Özellikle Arthur C. Clarke'ı görünce sebepsizce mutlu oldum.

En sevdiğim hikâye, bir televizyon gurmesini konu alan Şikemperver oldu sanırım. İstanbul'un ortasında, aksiyon dolu bir fantastik öykü! Bir de kitabın açılış öyküsü Kâbus Kapan'ı epey sevdim, buram buram Anadolulu, Türk korku geleneğini takip eden, genç kuzenlere karanlıkta anlatılacak tatta, bence çok güzel bir öykü. öyküsünde kendine yer bulan, Doctor Who'ya koysak sırıtmayacak kötülerini sevdim. Bir de Arka Bahçe var ki, yıllar önce okuduğum Wilbur Smith romanlarını anımsattı; tekrar düzenlenip, geliştirip leziz bir kısa romana dönüşmeye çok müsait bir öykü.

Okumakta zorlandığım iki öykü kitapta peş peşeydi: Göze Göz Düşe Düş ve Ben Senden Gittim. Bu öykülere ben ısınamadım, ilginçtir, Kayıp Rıhtım'dan Türker Beşe iki öyküyü de çok sevmiş. Başka okurlar da benim sevdiğim öyküleri sevmeyip bambaşka öyküleri beğenmişlerdir eminim.

İşte böyle. Bütün öykülerden tek tek bahsetmedim ama olumlu ve olumsuz yönde gözüme çarpanları andım. Öykülerin hepsi birbirinden farklı ama aynı yazarın kaleminden çıktığı açıkça gözüküyor. İlk kitap olan bir öykü derlemesi için bence bu çok büyük bir başarı. Kitabın editörlüğü, düzeltisi tertemiz. Kapak adeta bir fanzin, adeta fotokopi. İthaki'den görmeye alıştığım kapaklardan farklı ama güzel.

Ufukta yeni bir Murat Dural kitabı var gibi gözüküyor ve bu seferki kitabın benim ilgi alanıma hiç girmeyeceği yönünde şüphelerim var. Murat'ın paylaşımlarını doğru değerlendiriyorsam eğer, futbol ve Fenerbahçe sevenler tetikte olsun! Fakat bu yeni kitabı çıkmadan önce, Türk fantastik yazınına bir şans vermek isterseniz Kibrit Ev'i gönül rahatlığıyla önerebilirim.

16 Ağustos 2018

Flowers for Algernon


Flowers for Algernon
Daniel Keyes
SF Masterworks
March 1966

Şu kitabı okumayı çook uzun zamandır istiyordum. Ağustos'ta tatil yapacak zamanı bulunca yanımda basılı kitap taşımak yerine Kindle'a bir şeyler yükledim. Aslında sevgili Murat Dural'ın Kibrit Ev'ini okuyordum, denize kuma rüzgâra maruz kalmasın diye kitabı evde bıraktım. Önce "Tatil dediğinde Agatha Christie okunur," diye ufacık bir Miss Marple kitabı (Miss Marple'ın Son Maceraları) okudum, baktım ki kesmiyor, Flowers for Algernon'la devam ettim. Bendeki e-kitapta künye olmadığı için de yukarıya ilk basım tarihini eklemeyi uygun gördüm.

Nebula ödüllü romanı Charlie Gordon'un kaleminden okuyoruz. Charlie bir fırında çalışıyor, otuz iki yaşında, arkadaş edinmeyi ve yeni şeyler öğrenmeyi çok seviyor ve (kitapta kendini tanımladığı şekliyle) bir "moron." Özel eğitim sayesinde okuma yazma öğrenmiş, daha fazla şey öğrenmeyi ve öğrendiklerini unutmamayı çok istiyor. Daha akıllı olursa insanların onu daha çok seveceğini düşünüyor ve herkesi memnun etmeye çabalıyor. Deneysel bir çalışmaya katıldığı için, günlük tadında "progress report"lar yazmaya başlıyor ve kitabın tamamı bu raporlardan oluşuyor.
"I tolld him because all my life I wantid to be smart and not dumb and my mom always tolld me to try and lern just like Miss Kinnian tells me but its very hard to be smart and even when I lern something in Miss Kinnians class at the school I ferget alot."
Kitap bu yukarıdaki alıntıdaki gibi bol bol yazım hatasıyla başlıyor çünkü Charlie ancak bu kadar yazabiliyor. İnternetteki yorumlara biraz baktım da, Türkçe çeviride de aynı üslubu korumuşlar anladığım kadarıyla. Fakat deneyle beraber Charlie'nin raporları da ilerledikçe önce imlası düzeliyor, sonra uzun ve karmaşık cümleler geliyor. Çünkü Charlie'nin denek olduğu çalışma, beyin cerrahisiyle zekâyı ilerletmek üzerine. Elbette operasyon önce hayvanlar üzerinde denenmiş ve en başarılı sonucu Algernon adlı farede yakalamışlar. Charlie ve Algernon'un labirent çözme testlerinde kazanan hep Algernon oluyor. Mevzu bu işte, 68 IQ'lu, şans için yanında hep tavşan ayağı taşıyan Charlie'nin yavaş yavaş bir dahiye dönüşmesi...
"He wished me luk. I hope I have luk. I got my rabits foot and my luky penny and my horshoe. Dr Strauss said dont be so superstishus Charlie. This is sience. I dont no what sience is but they all keep saying it so mabye its something that helps you have good luk."
Charlie zekâsı geliştikçe daha karmaşık cümleler kurabiliyor, bilimin ne olduğunu çok iyi anlıyor ve hatta zihninin derinliklerine gömülü çocukluk anıları bile yüzeye çıkıyor ve Charlie artık akıllı olmasının daha iyi arkadaşlıklar için yeterli olmadığını görüyor.
"Strauss again brought up my need to speak and write simply and directly so that people will understand me. He reminds me that language is sometimes a barrier instead of a pathway. Ironic to find myself on the other side of the intellectual fence."
Konuyu daha fazla anlatmayacağım. Kitabı çok sevdim, Charlie'yi çok sevdim, olmadık yerlerde Charlie için gözlerim doldu. Charlie gerçekten yaşıyormuş gibi, başından geçenlere dertlendim. Ve kitap şahane bir bilimkurgu. Ortam tam da kitabın yazıldığı dönemin içinde kurgulanmış. Gece yarısı biten televizyon yayınları, tebeşir ve kara tahtalar, kumaş mendiller gibi küçük detaylar her şeyin sıradan, bildiğimiz dünyada yaşandığını gösteriyor. Lazerler, yüksek teknoloji ürünü bilgisayarlar, yapay zekâ falan yok; kitabın tüm odağı insan zekâsı ve duyguları. Şahane!

Charly adında 1968 yapımı bir film uyarlaması ve Charlie and Algernon adında bir de sahne müzikali varmış. Ayrıca birkaç televizyon filmi ve dizi uyarlaması da var ama ben en çok müzikali merak ettim. Galiba bulup izlemem mümkün değil. Neyse. Kitabın Türkçesi Koridor Yayıncılıktan çıkmış, çevirisi nasıldır hiç bilmiyorum. Okuduysanız Türkçe çeviriyle ilgili yorumunuzu bekliyorum, okumadıysanız mutlaka okuyun!

23 Temmuz 2018

Yüzyılın En İyi Bilimkurgu Öyküleri


Yüzyılın En İyi Bilimkurgu Öyküleri - The Best Science Fiction of the Century
Derleyen: Orson Scott Card
Çevirenler: Arzu Akbatur gözetiminde Ayşe Su Akaydın, Merve Akçay, Tuğçe Atacı, Büşra Çavundur, Handegül Demirhan, Ahmet Can Halat, Cem Önder, Pınar Uysal
İthaki Yayınları
Mart 2018 (1. basım)
709 sayfa

İthaki'nin bilimkurgu klasiklerini delilerce hevesle takip ediyorum. Hâlâ okumadığım çok kitap var dizide ama Yüzyılın En İyi Bilimkurgu Öyküleri'ni çabucak okudum çünkü bloga yazdığım her yazıdan sonra yorumlarını hevesle beklediğim "ankaralıkitapkurdu" ağabeyim bu kitabı okuyup yorumlamamı istedi. Üstelik iyi ki istemiş. Bir ara internetten toplu sipariş verdiğimde almayı planladığım kitabı Kadıköy Mephisto'da görünce, "Aa bunu okuyacaktım ben, görmüşken alayım bari," dedim ve aldım. İki gün sonra kitabın baskısı bitmiş, hiçbir yerde bulunmuyor diye küçük çaplı bir isyan çıktı! Yani, ankaralıkitapkurdu bana bu kitabı oku demeseydi ben alana kadar kitap tükenmiş olacaktı. Sağ olsun!

Tabii yine de kitabı alır almaz okuyamadım, üstelik çok da uzun zamanda okudum ve kitap sırt çantamda oradan oraya savrulmaktan epey zedelendi; ben de bu arada kol kası yaptım. Eh bir de oturup yazacak zaman bulmak için bekledim. Sonra kapak fotoğrafını çekebilmek için bütün gemilerin/araçların gittikleri gezegenlerden/yollardan dönmesini bekledim derken, neyse... Sonuç olarak ancak şimdi yazabiliyorum.

Kitabın özelliği malum, Orson Scott Card bilimkurgu yazınını üç döneme ayırmış ve her dönem içinden sevdiği ve geniş bir okur kitlesine hitap edeceğini düşündüğü öyküleri seçmiş. Kitabın sunuşunda hem bilimkurgunun gelişiminden ve bu dönemlerden (Altın Çağ, Yeni Dalga ve Medya Jenerasyonu) bahsetmiş hem de öyküleri nasıl seçtiğini anlatmış. Bizim okuduğumuz çevirinin ise bir özelliği daha var: Öyküleri öğrenciler çevirmiş. Boğaziçi Üniversitesinden Arzu Akbatur hocanın yol göstermesiyle, Çeviribilim lisans son sınıf öğrencilerinin çevirilerini okuyoruz. Boğaziçi ve İthaki'nin bu iş birliği gerçekten çok akıllıca ve çok güzel. Çeviriler de şahane. Elbette bazı öykülerin çevirisi daha zayıf, bazıları çok güzel ama tek tek öykülerin çevirisine yorum yapmak istemiyorum. Bütüne baktığımızda, elimizde çok güzel bir çeviri var.

Öyküleri tek tek anlatmayacağım. Çok sevdiğim ve hiç sevmediğim birkaç öyküden bahsedip gideceğim. Kitabı okurken bol bol post-it kullanıp Evernote'a küçük notlar yazdım. Oradan aktarıyorum şimdi. Bir de yazının sonuna kitapta öyküsü bulunan tüm yazarları sıralayacağım.

Heinlein'ın Siz Zombiler... adlı zaman yolculuğu öyküsüne bayıldım. Bir de güldüm çünkü bana Harry Potter'ı hatırlattı. Aramızdaki Potterhead'ler hatırlayacaktır; Rowling'in kurgusunda "cisimlenme" sırasında bir şeyler yanlış giderse vücudunuzun bir kısmını geride bırakabilirsiniz, yanlış hatırlamıyorsam "septirme" deniyordu. Neyse. İşte bu öyküde de, Rowling'den yıllar önce benzer bir sorun kurgulamış Heinlein.
"Bu işin bir yöntemi var: ağ, deneğin içgüdüsel olarak geri adım atıp, metal örgünün üzerine gelmesini sağlayacak şekilde atılmalı. Sonra ikiniz de tamamen içindeyken ağı kapatmak gerekiyor. Yoksa geride ayakkabı tabanı veya ayağın bir parçası kalabilir, ya da zeminden bir parça sizinle gelebilir."
Hemen ardından gelen öykü, Ezgibent, Lloyd Biggle Jr. imzalı ve bu öyküyü de çok sevdim. Öyküde bir reklam müziği yazarı var, müzik üretiminin de otomatikleştiği bir gelecekte doğaçlama müzik yapan bir adamı anlatıyor.

Yalnızlığın Uçan Dairesi'ni (Theodore Sturgeon) sevmedim, bence fazla romantik bir öykü. Edmond Hamilton imzalı Ters Evrim adlı öyküyü de sevmedim, kendime yazdığım nota bakılırsa "fazla çiğ" bulmuşum.

Kitapta müzikle ilgili ikinci bir öykü daha var, James Blish'in Sanat Eseri öyküsünün başrolünde Strauss'u okuyoruz. Evet Mavi Tuna. Bu öyküyü de sevdim ama bu işte bir tuhaflık var. Aynı döneme ait iki yazar, neredeyse aynı tarihte (Sanat Eseri ilk kez Temmuz 1956'da yayımlanmış, Ezgibent ise Ağustos 1957'de) müziğin geleceğini kafalarına takmışlar. Müzik bilgim daha fazla olsaydı o yıllarda müzik dünyasında ne olduğunu araştırmaya koyulurdum ama nereden başlayacağımı bile bilmiyorum. 1956-57'nin müziğine dair tek fikrim, Rock 'n' Roll çağının yükseliş dönemi olduğu. Belki de bu yazarlar, benim son yıllarda dubstep'e verdiğim tepkiyi rock müziğe karşı verip "MÜZİĞE NELER OLUYOR! BÖYLE MÜZİK Mİ OLUR!!!" diye paniklemişlerdir. Gayet mümkün. (Bence haklıyım.)

Buraya kadar bahsettiklerim "Altın Çağ" yazarlarıydı. "Yeni Dalga" bölümüne geçince Dünyanın Altındaki Tünel dikkatimi çekmiş, Frederik Pohl'un öyküsü. Öykü, her an her yerde maruz kaldığımız reklamlarla ilgili. Ama tam olarak değil. Yani evet, reklamlarla ilgili ama konu o değil. Okuyunca anlarsınız.

Notlarım buradan doğruca "Medya Jenerasyonu"na atlıyor. Galiba Yeni Dalga beni çok çekmemiş. Hâlâ en çok Altın Çağ yazarlarını seviyorum. Asimov ve Clarke da oradalar üstelik! Medya Jenerasyonu'na Karen Joy Fowler'ın Görünen Yüz öyküsüyle başlayalım. Öyküde yabancı bir gezegende yaşayıp oradaki yerli hayatı gözlemleyen bir karı koca var. Bu çiftten kadın olanın pasif agresifliğini kendime benzettim. Ne olduğunu anlatmak istemiyorum ama öyküde onun başına gelen şey bana olsaydı hiç kimse anlamadan önce çok uzun bir zaman geçebilirdi.

Bir öyküde (C.J. Cherryh'in Çömlekler öyküsü) şöyle iki cümle geçiyor: "Çünkü her iki tarafta bulunan raflarda, koyu karanlık çukurların altında sırıtan ağızlarıyla sonsuz sayıda sarı kafatası vardı. Bazılarının burnu uzun, bazılarınınki kısaydı." Üşenmedim, öykünün İngilizcesini bulup baktım; çeviri hatası yok. Ama bir sorun var, KAFATASLARININ BURNU OLMAZ! Buna neden bu kadar takıldığımı ben de bilmiyorum.

Kitaptaki son öykü olan Bir ise (George Alec Effinger) aklıma bir soru düşürdü. Yaşam olmayan ve atmosferi oksijensiz bir gezegene inip orada ölürsek ve biri bizi gömerse yer altında çürür müyüz? Evet, oturdum bunu düşündüm. Sonra Can'a sordum. Çürümeyeceğimize, mumyalaşacağımıza karar verdik. Çünkü dışarıda bakteri yok, bedendeki bakteriler de konak canlı ölünce çok uzun süre hayatta kalamazlar. Bize böylesi mantıklı geldi, siz ne diyorsunuz?

Bu kadar uzun yazmaya niyetim yoktu ama galiba buraya bir şeyler yazmayı özlemişim. Daha da uzatmadan, şuraya yazarların isimlerini ekleyip gidiyorum ben.

*
Altın Çağ: Poul Anderson, Robert A. Heinlein, Lloyd Biggle Jr., Theodore Sturgeon, Isaac Asimov, Edmond Hamilton, Arthur C. Clarke, James Blish, Ray Bradbury.
Yeni Dalga: Harlan Ellison, R.A. Lafferty, Robert Silverberg, Frederik Pohl, Brian W. Aldiss, Ursula K. Le Guin, Larry Niven.
Medya Jenerasyonu: George R. R. Martin, Harry Turtledove, William Gibson & Michael Swanwick, Karen Joy Fowler, C.J. Cherryh, John Crowley, James Patrick Kelly, Terry Bison, John Kessel, Lisa Goldstein, George Alec Effinger.

20 Mayıs 2018

Huysuz İhtiyar



Huysuz İhtiyar
Oğuz Aral
Kelebek Yayınları
Mart 1998 (1. basım)
159 sayfa

Oğuz Aral'ın üç tane Huysuz İhtiyar kitabı var, ikinci ve üçüncü kitapları olan Bana Bir Tarzanlığı Bile Çok Gördüler ve Her Rakının Bir Cini Vardır'ı yıllaaaar önce alıp defalarca okumuştum. Fakat gerçekten defalarca. Kitap okumaya daha fazla vakit ayırabildiğim o güzel yıllarda sevdiğim kitapları tekrar tekrar okuyordum. Oğuz Aral'ın kitapları da özellikle yemek yerken okumayı sevdiğim kitaplardandı. Neyse... Üç kitaplık dizinin ikisini bu kadar sevmeme rağmen ilk kitap olan Huysuz İhtiyar bende yoktu çünkü hiçbir yerde bulamıyordum. Geçenlerde Instagram'da Öykü Sahaf'ta (@oyku_sahaf) gördüm, hemen aldım!

Kitap, Oğuz Aral'ın Hürriyet Pazar'daki köşesinde yayımlanan yazılarının derlemesi, aralara karikatürlerinden de serpiştirmişler. Silivrili Erol Usta ve oğlu Mustafa, "Bekir'in itleri," kızı ve yabancı damadı... Gündelik hayatından olayları abartmalar ve süslemelerle anlatıyor.
Ben ırk, din, milliyet farkı gözetmeyen biriyimdir. Gözetenleri de sevmem. Sınırların kalkacağı, ulusların tek bir Dünya Devleti bayrağı altında birleşeceği bir yaşam düşlerim hep.

Ama neden ve nasıl oluyor bilemiyorum, yurt dışına çıktığımın 3. günü azılı bir milliyetçi kesiliyorum. Gittiğim ülkenin halkından "Bu gavur milleti!" diye söz etmeye başlıyorum. Neredeyse parmaklarımla kurt işareti yapıp öyle dolaşacağım sokaklarda... Bu nedenle kızımın Denver'deki düğünü epey kanlı geçmişti. Hatırladıkça hâlâ yüzüm kızarıyor.
Daha ne söylesem bilemiyorum, kitap hakkında anlatacak çok şey yok ama yazmadan geçmek de istemedim. Oğuz Aral'ı okuyanların bilenlerin aşina olduğunu düşündüğüm tarzı ve mizahıyla yazılmış bütün kitap. Cildi parçalanıyor, o kötü. Şimdi Yüzyılın En İyi Bilimkurgu Öyküleri'ni okuyorum ama epey yavaş ilerliyorum. Bitirebildiğimde hemen yazacağım :)

1 Mayıs 2018

Dune Sapkınları (#5)



Dune Sapkınları - Heretics of Dune
Frank Herbert
Çeviren: Dost Körpe
Kabalcı Yayınevi
Nisan 2011 (1. basım)
538 sayfa

Geçenlerde fark ettim, ben Dune okumaya ara vereli iki buçuk sene olmuş. NASIL?! Gerçekten o kadar uzun zaman geçtiğinin farkında değildim, aklım almadı. Bu kadar da ayıp edilmez diyerek kaldığım yerden, yani beşinci kitaptan devam ettim. Böylece geriye bir kitap kaldı: Rahibeler Meclisi. Bu sefer araya bu kadar uzun zaman girmez, seriyi bitiririm diye umuyorum. Kısmet.

(Önceki kitaplarla ilgili ne kadar spoiler vereceğimi bilmiyorum, spoiler olabileceğini bilerek okuyun.)

Dune Sapkınları, önceki kitaptan binlerce yıl sonrasını anlatıyor. Tanrı İmparator Leto ölüp ortadan kaybolalı 1500 yıl olmuş, yine de Altın Yol planı sürüyor ve Tanrı İmparator'un bilincinin küçücük parçalarının solucanlarda yaşadığına inanılıyor. Aradan geçen zamanda Arrakis'in adı Rakis'e dönüşmüş, Harkonnenler ortadan kaybolmuş, Atreides soyu ise Bene Gesserit'in üreme planları ve dikkatli kayıtları sayesinde sürüyor, doğan bütün Atreides çocukları biliniyor.

Bene Gesserit rahibeleri her zamanki gibi güçlü, her zamanki gibi amaçlarına ulaşmak için karmaşık planlar yapıyorlar, binlerce yıl sonra bile Duncan Idaho gulâmlarını yetiştiriyorlar ve Bene Tleilax'a kesinlikle güvenmiyorlar. Karşılarındaki en büyük tehdit ise Dağılış'tan dönen Saygın Analar. Kitap menfaatlerin, politikanın, çatışmaların ve çok katmanlı planların iç içe geçtiği bir iktidar kavgası aslında. Ve açıkçası, yarısını geçene kadar gayet sıkıcı ilerliyor. Temelde, gulâm Duncan'ın ve solucanlara hükmedebilen, Siona'nın soyundan gelen vahşi bir kızın etrafında şekilleniyor olaylar. Sonra aksiyon biraz artıyor, Atreides soyundan gelen Başar Miles Teg üstün yetenekleri ve askerî dehasıyla öne çıkıyor, Saygın Analar (ya da Bene Gesserit'in deyişiyle, orospular) enteresan becerilerini sergiliyorlar, bir yüz dansçısı efendilerine itaat etmiyor. Böylece olaylar biraz daha ilgi çekici hâle geliyor.
Duncan, Teg'i süzdü. Bu yaşlı Başar, Dük Leto'ya sadece görünüş itibarıyla benzemekle kalmıyordu. Tıpkı o Atreides gibi karizmatikti ve eski düşmanlarının gözünde bile bir efsaneydi. Teg, Atreideslerden Ganimet'in soyundan geldiğini söylemişti, ama hepsi bu olamazdı. Bene Gesseritlerin insanları dölleme konusundaki ustalıkları karşısında hayrete kapılıyordu.
Duna Sapkınları güzel bir kitap ama çok fazla sürükleyici olmadığını söylemem lazım. Çevirisi Dost Körpe'den bekleyeceğimiz gibi başarılı. Son okuma ve yayına hazırlık içinse aynı şeyi söyleyemiyorum. Korkunç yazım hataları, kitabın çeviriden sonra dikkatlice okunmadığını gösteren hatalı cümleler dolu. O yüzden, Dune'u nereden okuyalım diye soran arkadaşlarıma söylediğim şeyi buradan da tekrar edeyim. Dune serisinin Kabalcı baskısını bulmak için çabalamanıza hiç gerek yok; İthaki'den alın, gözden geçirilmiş çeviriyi okuyun.

31 Mart 2018

Taş Kavşak

 

Taş Kavşak - Stone Junction
Jim Dodge
Çeviren: Ayşe Ünal
MonoKL Yayınları
Mart 2017 (1. basım)
436 sayfa

Kitabın arka kapağında diyor ki: "Harry Potter'dan önce Taş Kavşak vardı." Görüyor ve arttırıyorum; Geliş'ten önce Taş Kavşak vardı, Toz'dan önce Taş Kavşak vardı, Antilop ve Flurya'dan önce Taş Kavşak vardı. Yani, demek istediğim şu ki, birçok kitaptan önce Taş Kavşak vardı ama özellikle Harry Potter'la karşılaştırılması çok da mantıklı değil. Evet doğaüstü birtakım ögeler var, evet bir çocuk var, eee? Benzerlik burada bitiyor. Harry Potter serisini sevip sevmememizden ya da özgünlük tartışmalarından bağımsız olarak; kurgulanmış koskoca bir evren, kurallı ve sınırlı büyüler, en az üç neslin çocukluğunu/gençliğini şekillendiren bir seri var bir yanda. Diğer yanda güzel bir roman ama karşılaştırıldığı şeyle alakası yok. Öf bilemedim, Harry Potter ile karşılaştırılması o kadar anlamsız geldi ki bana, bu konuya takıldım kaldım.

Önemli not: Kitabın önsözünde spoiler var, bayağı kitabın finaline dair hem de. Önsözü okumayı sona bırakın.

Bekâr, genç ve hamile bir kadınla başlıyor roman. Annalee isimli kadın, karnındaki çocuğun babasının kim olduğunu bilmiyor; yedi adamdan biri olduğunu tahmin ediyor. Rahibelerin idare ettiği bir yetimhanede kalıyor ve burada doğum yapıyor.
"Tecavüze uğradın," dedi Rahibe Bernadette neredeyse fısıltıyla. "Çocuk evlatlık verilecek."
Annalee başını salladı. "Tecavüze uğramadım. Sevdiğim bir adam beni becerdi. Bu da hoşuma gitti. Bebeği istiyorum."
Doğumdan on dokuz saat sonra bebeği Daniel'ı kucağına aldığı gibi yetimhaneden çıkıp gidiyor ve kenara çeken bir kamyona binmesiyle Güleç Jack'i tanıyoruz. Güleç Jack, Annalee ve Daniel'in bütün hayatlarını değiştiriyor. Kendisi yollarda gezerken Annalee'nin San Francisco yakınlarındaki bakımsız çiftlik evine göz kulak olmasını teklif ediyor. Böylece Annalee çiftliğe yerleşiyor, Daniel kocaman bir arazinin ortasındaki evde büyüyor ve Güleç Jack ancak üç yıl sonra geri dönüyor. Evi bir güvenli yer olarak kullanacaklarını, ara sıra arkadaşlarının gelip kalacağını söylüyor ve Annalee'nin evi işletmesini öneriyor.

Böylece, hızla büyüyen Daniel, okula gitmeden ve yaşıtlarıyla bir araya gelmeden annesi ve bazıları evde uzun süre kalan tuhaf ama iyi insanlar tarafından eğitiliyor. Bu tuhaf insanlar Büyücüler ve Kanun Kaçakları Birliği'nin (kısaca AMO) üyeleri.

---
Bakın ben bu kitabı okumaya Ağustos 2017'de başlamışım, Eylül'de bitirmişim. O günden beri bana musallat olmuş bir hortlak gibi peşimi bırakmıyor, aklımın bir kenarını sürekli işgal ediyor, ne zaman Blogger'ı açsam TAŞ KAVŞAK (DRAFT) diye bir başlık gözüme gözüme sokuluyor. 2018 Mart'ının sonundayız ve ben artık bu kitap hakkında yazmaya çalıştıklarımı bitirip kurtulmak istiyorum! Winchester kardeşleri çağırın bana!!!
---

Büyücüler ve Kanun Kaçakları Birliği gizli bir oluşum, uzuuuun yıllardır var. "Esasen, simyacılığı pagan olarak damgalayan ve yeraltına iten tek tanrılı dinlerin özellikle de Hristiyanlık'ın ölümcül etkilerine karşı direnmek üzere kurulduğu söylenir." Sıkı bir merkezin etrafındaki gevşek şubelerden oluşuyor ve uluslararası kolları var. Bir nevi mason, bir çeşit illuminati, bilemedin rotary club... ama bunların itlik serserilik peşinde olanı.

Daniel AMO üyesi olan çeşitli insanlardan çıraklık usulü ile eğitim alıyor. Birinden ne olduğunu tam bilemediği birtakım varsayımsal derslerin yanında çiftlik hayatını, meditasyonu, doğada hayatta kalmayı öğreniyor. Başka birinden kilit ve kasa açmayı öğreniyor, birinden kumarbazlığı, bir diğerinden kılık değiştirmenin inceliklerini... Yeni yeni beceriler edinirken Birlik'te de yükseliyor, bu arada kendi geçmişiyle ilgili bazı olayları (spoiler olmasın diye ne olduğunu yazmıyorum) çözmeye çalışıyor. Elbette çok daha büyük gizemlerle, pozitif bilimlerle açıklanamayacak bazı olgularla karşılaşıyor ve roman, önce Birlik başkanı olan Volta'nın, sonra da Daniel'in peşine düştükleri efsanevi bir elmasın etrafında toparlanıyor.
"Bu gerçek bir hikâyedir, millet. Bazı davranışların hataların ötesine geçeceğini anımsatması amacıyla bunu, siz gerçekçilere adıyorum. Yılanı saksıya diktim, çiçeklere yakıt olsun diye. Çünkü eğer nefesini onun paramparça merkezine kadar çekersen, ay ışığıyla aydınlanmış dağ geçidi boyunca hayaletinle dans edersen, yüreğini demir ocağına ruhunu da nehire savurursan, taşın çözünen ve pıhtılaşan, ayrılıp birleşen canlı bir memba olduğunu hissedebilirsin ve işte o zaman yılanın bir alevin hayalî belirtisi gibi, yüksek ilkbahar çimenleri arasında sürünerek ilerleyişini hayal edebilirsin ve yeterince cesursan, yeterince çılgınsan, aptalsan, ümitsizsen, gözüpeksen, açsan, budalaysan onu takip edebilirsin. Yaralarına gir. İyileş. Kaç."
Üzerinden aylar geçtiği için epey yarım yamalak ve tuhaf bir yazı oldu bu. Ama elimizde bu var. Harry Potter'la karşılaştırılmasına hâlâ anlam veremesem de güzel bir roman Taş Kavşak. Hatırladığım kadarıyla çevirisi ve editörlüğü de temizdi. Keyifle okunacağını düşünüyorum.

24 Mart 2018

Çocukluk Adası (Kavgam 3)


Çocukluk Adası (Kavgam Serisi III) - Min Kamp III
Karl Ove Knausgaard
Çeviren: Haydar Şahin
MonoKL Yayınları
Kasım 2016 (1. basım)
455 sayfa

Serinin beşinci kitabı geldi gelecek, ben daha üçüncü kitabını yeni bitirdim. Üstelik, gördüğünüz gibi blogla da pek ilgilenemiyorum artık. Bir kitabı 2-3 ayda bitirince böyle oluyor işte. Okumak istediğim o kadar çok kitap var ki şu an, acaba beş kitabı birden okuyabilir miyim diye düşünüyorum zaman zaman. Dune'a devam etmek istiyorum, Yerdeniz okumak istiyorum, Ray Bradbury ve Altay Öktem okumak, China Mieville'in Yeni Crobuzon üçlemesini artık bitirmek istiyorum. Atwood romanlarımı ve İthaki'nin daha okuyamadığım bilim kurgu klasiklerini okumak istiyorum. Kuramsal çeviri kitaplarımı, Damlacığımın hediye ettiği Ütopya Edebiyatı'nı okumak, bilgilenmek istiyorum. Zaman yetiremiyorum. Şuracığa içimi döktüğüme göre Knausgaard'a döneyim.

İlk kitap için buraya, ikinci kitap için de tam şuraya tıklayıp daha önce yazdıklarıma göz atabilirsiniz. Serinin üçüncü kitabında Knausgaard çocukluğuna dönüyor. 1969 yılında, abisi Yngve 4,5 yaşındayken ve kendisi henüz sekiz aylık bir bebekken taşındıkları Tromøya'da geçen yıllarını anlatıyor. Okula başlaması, kimliğini oluşturma çabası, dersler, kitaplar, spor, deli gibi korktuğu babası, cinselliği ve kızları keşfi...

Yazar hakkında daha önce de benzer bir şey söylemiştim, aslında hiç ilginç olmayan şeyleri o kadar güzel anlatıyor ki sayfalar akıp gidiyor. Başka herhangi bir yazar çocukluk yıllarıyla ilgili 455 sayfa yazacak olsa okuyacağımı hiç sanmıyorum. Sıkılırım! Fakat Knausgaard okurken sıkılmıyorum.
"Arada sırada yakınlarda bir şeyler buluyorduk, çoğunlukla şişeler, araba dergileri veya porno dergilerle dolu torbalar, boş sigara paketleri, araba camı sıvısının boş plastik şişeleri, kondomlar; bir keresinde pislikle dolu bir iç çamaşırı bulmuştuk. Birinin altına sıçması ve iç çamaşırını atmak için oraya gitmesi bizi uzun süre kahkahalara boğmuştu."
Sanırım, hâlâ serinin dördüncü kitabına geçmediğim için emin değilim, şimdiye kadar otobiyografi diye okuduklarımızın kurgu olduğunu söylüyormuş Knausgaard, bir sonraki kitapta. Gerçekten öyleyse hayal kırıklığına uğrayacağım. Bir yandan da adama daha da hayran olacağım. Ama çok kızacağım. Üç cilt boyunca okuduğum her şey çok gerçek, kurgu olduklarını kabul etmek istemiyorum. Elimdeki kitabı bırakıp daha okumadığım başka bir kitaptan bahsetmeye başladığımı fark ettim, evet. Ama sonuçta bu bir seri, serinin devamı hakkında konuşabilirim bence; okuyunca da dönüp bakarım, ne beklemişim ne bulmuşum.

Galiba Çocukluk Adası'nı Âşık Bir Adam'dan daha çok sevdim. Böylece serinin tam ortasına geldim, henüz okumadığım bir kitap daha sırada beklediği için "Beşinci kitap ne oldu?!" diye ağlamama gerek kalmıyor. Bakalım dördüncü kitaba ne zaman sıra gelecek. (Çünkü bu yazıyı yazarken karar verdim, iki buçuk yıl aradan sonra Dune'a devam edeceğim.) Daha önce de söyledim, Knausgaard'ı okuyun, çok güzel!

29 Ocak 2018

Anlatış


Anlatış - The Telling
Ursula K. Le Guin
Çeviren: Kemal Baran Özbek
İthaki Yayınları
Eylül 2017 (1. basım)
282 sayfa

Bir sabah uyandım, daha hava aydınlanmamıştı ve kalkıp işe gitmem gerekiyordu. Kendime gelene kadar beş dakika Facebook'a bakacak zamanım vardı. Telefonu aldım, alarmı susturdum, Facebook'u açtım ve en üstte Kayıp Rıhtım'ın "Ursula K. Le Guin Aramızdan Ayrıldı" başlıklı haberini gördüm. Kalktım. Elektrikler kesikti. Kafam karanlık, ev karanlık, dışarısı karanlık; nasıl hazırlandım, işe nasıl gittim, dışarıdan nasıl gözüküyordum hiçbir fikrim yok. Çantamda günlerdir benimle her yere gelen Anlatış vardı. Keşke Ulu Ursula daha uzun yıllar sağlıkla yaşasaydı; daha çok romanlar, öyküler yazsaydı ve biz de hepsini okusaydık. Ama nedense, öldüğü sırada bir Ursula kitabını okuyor olmak kendimi daha iyi hissetmeme neden oldu. Hazal'ın söylediği gibi, onun yaşadığı bu döneme denk gelebilmiş olmak büyük lütuf.

Anlatış, Hainish Cycle/Hainli Döngüsü kitaplarından biri. Bu kitapları hangi sırada okumak gerektiğini, birbirleriyle olan bağlantılarını falan hiç araştırmadım, hep bu tembelliğim yüzünden. Goodreads'e baktım, okuduğum Ursula kitapları arasında Mülksüzler, Dünyaya Orman Denir ve Rocannon'un Dünyası da aynı diziye ait kitaplarmış. Hepsini başka başka zamanlarda okudum, hepsi (belli ki) bir şekilde bağlantılı ama kafamda bu konuda hiçbir şey yok. Bomboş. Sadece bütün bu kitapları severek okuduğumu hatırlıyorum. O yüzden, doğruluğundan emin olmadığım bağlantılar kurmaya çalışmadan, tek başına bir kitap olarak Anlatış'tan bahsedeceğim.

Kitap Sutty ile başlıyor, Dünya'ya dönüyor (bunun çeviri hatası olup olmadığından emin değilim ama Sutty dünyaya fiziksel olarak dönmüyor aslında, manevi dönüş burada bahsedilen) ve Teyzecik'i, Hurree Amca'yı, Vancouver'ı hatırlıyor. Bir elçi ve tarihçi olan Sutty, Aka adlı gezegende görevlendirilmiş; gezegenin geçmişini, geleneklerini, tarihini kaydetmesi gerekiyor fakat bu gezegende geçmiş yok. Tamamen şirketleşen ve kapitalizmin hüküm sürdüğü gezegende kitaplar, masallar, tapınaklar... bütün geçmiş yok edilmiş. Sutty dinin yok edildiği, despotluğun teknoloji ve üretimle geldiği bu tuhaf yerde, belgelemek ve kaydetmek üzere eski inançları, eski kültürü arıyor. Ve Sutty'nin kendi geçmişi, Aka'nın geçmişinin hem zıddı hem paraleli. Tekçi, homofobik ve baskıcı bir dinin yönetime el koyduğu dünyasından kaçıp buralara kadar gelmiş. Ve bu iki ucu güzelce açıklıyor:
"Oysa hepsi samimi anlamda inanç sahibiydi, iki taraf da. Din tanımayan teröristler ile tapınmadan duramayan teröristler; aralarında ne fark vardı ki?"
Şirket kontrolü altında yaşadığı ve araştırmasında ilerleyemediği Dovza kentinden ayrılıp Okzat-Ozkat (yoksa Ozkat-Okzat mıydı?) adlı küçük bir şehre gitmesine izin verildiğinde kitap da esas konuya hızla giriyor. Okzat-Ozkat, bir söylentiye göre "bağnaz bir mezhebin" yaşadığı yer. "Yasaklanmış bir dinin gizli saklı bir yaşam süren kalıntıları olmaları kuvvetle muhtemel." Sutty, peşinde şirket-devletin bir İzlemcisi ile birlikte, uzun bir nehir yolculuğunun ardından buraya gidiyor. İnsanlarla konuşmaya, yasaklanmış ve yok edilmiş ne varsa onları aramaya başlıyor.

Burada Mazları buluyor, Okzat-Ozkatlıların hikâye anlatıcıları, bilgeleri. Her Maz'ın kendine özgü bir uzmanlığı, en iyi anlattığı hikâyeleri var. Mazların en önemli amacı da bu zaten, tamamına "Anlatış" dedikleri bir felsefeyi (ya da inancı, inanışı) bıkmadan usanmadan, tekrar tekrar anlatmak ve aktarmak. Bu anlatışın bir tanrısı da yok.
"Kullarını mükâfatlandıracak ya da cezalandıracak, haksızlığı haklı çıkaracak, gaddarlığı emretmekle kalmayıp üstüne bir de takdir edecek, tebaasına kurtuluş yolu sunacak ebedi bir baba figürüne rastlanmaz. Sonsuzluk onların gözünde bir son nokta değil, bir sürekliliktir. Maddesellik ya da ruhsallık arasındaki temel ayrım, iki ayrı şeyin tekmiş gibi algılanabilmesi veya bir şeyin iki farklı görünüş taşıyabilmesi kadardır."
Sutty Anlatış'ı anlama ve kaydetme çabasıyla, öğrendikçe daha da meraklanarak uzun bir yolculuğa çıkıyor. Bu yolculuğu anlatmayacağım, kitabı okuyun bence.

Fahrenheit 451'de kitaplar eğlence ve mutluluk için yasaklanmıştı. Damızlık Kızın Öyküsü'nde, totaliter dinci yönetim tarafından yasaklanmıştı. Anlatış'ta ise kitaplar üretim ve verimliliği arttırmak için yasaklanıyor. Çok sevdiğim üç kitapta, bu kadar farklı ama yine de aynı olan yasaklar aslında tam da Anlatış'ın anlattığı şey. Anlatış'ı okumak yer yer zor çünkü dümdüz bir roman değil. Yazarın siyasi bakışı, feminizmi, felsefesi her bir satıra işlemiş. Başta demiştim ya, bu kitabın Hainish Cycle'ın neresinde durduğunu bilmiyorum ama Ursula'nın kitapları okudukça içimize öyle işliyor ki, bilincimin hemen kenarında birleşiyor hepsi. Dünyaya Orman Denir ve Anlatış'ın aynı felsefeyi paylaştıklarını ve bende benzer etki bıraktıklarını hatırlıyorum. Bazen yorulsam da severek okudum Anlatış'ı. Bence siz de okuyun.