31 Aralık 2017

Yine mi yeni yıl?

http://www.everydaypeoplecartoons.com/cartoon/444

Biri bana açıklayabilir mi, ne ara 2017 yazı geçti gitti, hava soğudu, sabahları güneş doğmadan evden çıkmaya başladık ve bir de üstüne yıl bitti? Bu yılın ikinci yarısı öyle hızlı geçti ki, takvime baktıkça şaşırıyorum. Öncelikle, ben bu yaz şehir değiştirdim. Küçücük, düzenli ve güzel şehrimden kalkıp kocaman, düzensiz, kalabalık ve çoğunlukla çirkin İstanbul'a geldim. Şehre alışmaya çalışıyorum ama İstanbul'da yaşayan sevgili arkadaşlarım, sizin yolunuz yol değil. Temiz hava almak için, güzel bir yemek yemek için, biraz yürüyüp rahatlamak için, tiyatro-konser izlemek için yollarda saatler harcamak, kalabalığın içinde nefes almaya çalışmak, kucakla para dökmek... Bunlar normal değil, olması gereken bu değil. Tamam, bütün işler burada, bütün sektörler burada, benim de dahil olduğum bir kitle olarak burada çalışmak zorunda hissediyoruz kendimizi. Fakat kimse beni bu şehirdeki standartların normal olduğuna ikna edemez. Zaten asosyaldim, burada bir yerden bir yere gitmek ve gittiğim yer neresi olursa olsun dev bir kalabalığın ortasında kalmak beni o kadar yoruyor ki, mümkünse hiçbir yere gitmiyorum ya da yarım saatlik bir yarıçap içinde kalmaya çalışıyorum. Burada yaşayan onlarca arkadaşımın çoğuyla hâlâ görüşemedim, "Ya ehe... Şey, yeni geldim ben, çok olmadı yani, işte anca... Tamam, söz, ilk fırsatta buluşalım," diyor ve o fırsatı bir türlü yaratamıyorum. Bir arkadaşım "Hani İstanbul çok kötüydü, hani burada yaşanmazdı, n'ooldu?" diye soruyor bana ara sıra. Her seferinde "Evet çok kötü, evet yaşanmaz; buraya gelmiş olabilirim ama fikrim değişmedi," diye cevap veriyorum. (Evet, senden bahsediyorum Berk!) Bakalım bu kalabalık sevmeyen, gürültüye gelemeyen halimle İstanbul'da geçireceğim ilk yılbaşı gecesi nasıl olacak? (Çünkü bu yazıyı önceden yazıp hazırlıyorum. Siz bu yazıyı okuduğunuzda ben çok uzaklarda... Yok, bu o değildi. Neyse.)

Tamam, bitti. İstanbul'dan şikâyet etme seansımın sonuna geldik. Neyse ki işim güzel, Can güzel, yaşadığım mahalle güzel, iş arkadaşlarım güzel. Fakat zaten birkaç yıldır memnun olmadığım okuma performansım burada iyice düştü. Toparlamaya çalışıyorum, toparlanmıyor. Hatta okuduğum kitaplardan bahsetmeyi de ihmal etmeye başladım. Burada anlatmak istediğim ama bir türlü vakit ayırıp yazamadığım kitaplar birikti. Bu yıl gayet mütevazı bir hedefle kırk beş kitap okuyacağım demiştim, haftada bir bile değil ama ancak yirmi beş kitap okuyabilmişim. Bazıları yine iş için okuduğum kitaplar üstelik. BURAYA tıklarsanız, blogda bahsetmediklerim de dahil olmak üzere, 2017'de okuduğum kitapları (hem de şekilli şemalli, süslü) görebilirsiniz. Bu sene okuduklarım içinde en sevdiğim kitap Bir Yerde oldu sanırım. Tabii bir de, nihayet kavuştuğumuz için çok mutlu olduğum Toz var. Bu yıl okuduğum (iş için değil, keyfim için okuduğum) kitaplar arasında en sevmediğim kitap ise, üzgünüm ama Cthulhu'nun Çağrısı. Sevemedim. 1,5 kiloya yaklaşan ağırlığıyla beni epey yoran Yüzüklerin Efendisi'ni de anmadan geçemeyeceğim. Bir kişi de çıkıp demedi ki, "Kızım sen zaten parasını verip kitabı almışsın, e-kitabını indir, gönül rahatlığıyla oku." Bana böyle şeyleri hatırlatın, benim hiç aklıma gelmiyor.

Dedim ya, bu yılki okuma performansımdan hiç hoşnut değilim. Kitap alma hızımı biraz düşürmeyi başardım hiç olmazsa. 2018 hedefim daha da az kitap alıp elimdekileri okumak olacak. 2012'de aldığım ve hâlâ okumadığım kitaplar var, benim yeni kitap satın almam yasaklanmalı! Bu aralar Anlatış'ı okuyorum, İthaki'nin bilimkurgu klasiklerinden okumadığım kitaplarla devam edeceğim. Dune'u bitireceğim. Metis ve Baskan dizilerine geri dönüp buraya da yazacağım. Oooo, 2018'de çok işim var. Haydi öyleyse, iyi seneler!

24 Kasım 2017

Toz


Toz - Dust: Wool -3-
Hugh Howey
Çeviren: M. Rasim Emirosmanoğlu
MonoKL Yayınları
Eylül 2017 (1. basım)
405 sayfa


Bitti. Son kitabını iki sene beklediğim, okumaya kıyamadığım güzel seri bitti. Kendimi boşlukta hissediyorum. Ama güzel bitti. Şahane bitmedi ama güzel bitti. Kitap biter bitmez o duygusallıkla gidip Goodreads'de beş yıldızı bastım ama aslında dört yıldızla bitti. Bitmeseydi iyiydi ama bitti.

Neyse... Kitabı iki sene bekledim çünkü çevirisini okumak istedim. Çeviri yine şahane, sayın MİT Bey ile Rasim'in iş birliğinde pırıl pırıl bir Türkçesi var kitabın. Kitap piyasaya çıktı, ben Rasim'i "Hediye edeceksin di mi, yoksa gideyim alayım mı?" diye darlamaya başladım, o da "TÜYAP'ta vereyim işte yeaa," dedi. Ben de uslu uslu fuarı bekledim. Fuardan döndüm, serinin İngilizcesini okuyan ve fakat "HAYIR BENDEN ÖNCE OKUYAMAZSIN!!!" diye inatla son kitabı okutmadığım için bu arada başka bir kitap okuyan Can'a, "Hadi başlayalım," dedim. Elindeki kitabı bitirip başlamak istedi, bana "Sen de beni bekle," dedi, ben de bütün minnoşluğum ve söz dinleyen halimle, Can Yıldız Gemisi'ni bitirene kadar gizli gizli seksen sayfa okudum. Yine olsa yine okurum. Zaten öne geçti, benden bir gün önce bitirdi kitabı.

Araya iki sene girince, ilk iki kitaptaki bazı detayları unutmuşum ama sanırım ikinci kitabın bıraktığı yerden başlıyor Toz. Tanıdığımız üç silo (17, 18 ve 1) yine karşımızda, Juliette geri döndüğü Silo 18'in başkanı olmuş ve ne kendi silosundakileri ne de Silo 1'i mutlu eden işler peşinde. Bir yandan dünyaya ne olduğunu anlamaya çalışıyor, bir yandan 17'ye yer altından ulaşmaya çalışıyor, bir yandan da yönetmesi gereken bir silo var.

Silo 1'de Donald yine karşımıza çıkıyor, gizli gizli ortalığı birbirine katmakla meşgul. Yanında Charlotte, ellerinde bir kaçak telsiz; diğer siloları dinliyorlar, telsize bir mikrofon eklemeye çalışıyorlar, dronları kurcalıyorlar ve başlarına çok büyük işler açıyorlar.
Aklından neler geçiyordu sahi? Bu sorunu çözebileceğini mi düşünmüştü? Yok oluşuna yardım ettiği bu dünyayı düzeltebileceğini mi? Dünya onarılamayacak bir hâle geleli çok uzun zaman olmuştu. Yeşil arazileri ve masmavi gökyüzünü bir dron vasıtasıyla çok kısa bir anlığına gördüğünde beyni taklalar atmıştı. Ama o ânın üzerinden o kadar çok aman geçmişti ki gördüklerinden şüphe eder olmuştu. Temizlik cezasının nasıl işlediğini, makinelerin sağladığı görüntülere güvenmemesi gerektiğini iyi biliyordu.
İlk iki kitaptaki neredeyse her şeyi toparlamış, birleştirmiş ve açıklamış Hugh Howey. Üstelik bunu yaparken yeni sorular ortaya atıyor, onları evirip çeviriyor ve sonra cevaplıyor. Konuya çok fazla girmek istemiyorum, hiç fark etmeden üç kitabı birden spoil edebilirim ya da en azından ilk kitaplarla ilgili ipucu verebilirim ve bunu yapmayı hiç istemem.

Kitabın sonlarında ortaya çıkan iki soru var, yani daha fazla soru var elbette ama bu iki soru aklıma takılıyor. Çünkü Howey bunları açıklamadan bırakmış. Adama mail atıp sorasım var, "N'oolur söyle şunu, ne oldu burada?" diye. Ama sormayacağım. Hayır, manyak değilim. Cevapsız sorular derken, finalin "Ve sonsuza dek mutlu yaşadılar," sığlığında olduğunu söylemiyorum, aman ha. Ya da hepsi öldü, kurtuldular değil. Hızlı bir final bölümüyle birlikte, yeterince ucu açık ama aynı zamanda yeterince tatmin edici bir sonuca varıyor Toz. Benim sorularım finalden önce cevap bekliyordu.

Çağdaş bilim kurguya çok şüpheli yaklaştığım halde, sevdiğim eski yazarların tadını veren bir seriydi Silo. Ayakları yere basan, mantıklı fakat aynı zamanda yeterince duygusal. Karakterleri çok yönlü ve gerçekçi. Olay akıcı, mevzu sürükleyici, bir sonraki bölümü merak ettiriyor. Hatta bazen bir sonraki paragrafı merak ettiriyor. Anlatım güzel, çeviri daha güzel. Öhm... Neyse yani işte, anladınız siz beni. Wool serisiyle aramda duygusal bir bağ var. Bence herkes bu seriyi okumalı, büyük keyif.

27 Ekim 2017

Ölü Zaman Gezginleri


Ölü Zaman Gezginleri
Hasan Ali Toptaş
İletişim Yayınları
2015 (6. basım)
137 sayfa

Ben yine buralardan çok uzak kaldım. Çünkü şehir değiştirdim, uzuuun bir aradan sonra tekrar tam zamanlı çalışmaya başladım, ev aradım, ev taşıdım, yeni şehre alışmaya çalıştım (ama henüz alışamadım) derken hem az okudum hem de okuduklarımı yazacak zamanı ayıramadım. Arada okuduğum ama henüz bahsedemediğim birkaç kitap var, geri dönüp yazacağımı umuyorum ama şimdilik son okuduğum kitaba atlıyorum.

Ölü Zaman Gezginleri, Hasan Ali Toptaş'ın öykü derlemesi. İlk kez 2001 yılında Adam Yayınları tarafından basılmış, sonra Doğan Kitap, sonra İletişim'den altı baskı. Demek ki herkes okumuş, ben okumakta geç kalmışım. Olsun. Toptaş'ın yazınını sevdiğimi zaten daha önce söyledim. Gölgesizler gibi ağır bir giriş yaptıktan sonra yavaş yavaş diğer kitaplarını da okuyorum. Ölü Zaman Gezginleri'ni de sevdim ama deliler gibi çok sevmedim. Sonuna doğru iyice ivme kaybedip bir öyküyü üç günde okumaya başladım. Kitaptaki öykülerin beklenmedik finalleri var. Ama öyküler peş peşe aynı beklenmedikliği yineledikçe o şaşkınlık ve beklememe hali yok oldu, "beklenmediği beklemeye" başladım. Bu çok iyi bir şey değil, sanırım.

Kitaptaki öyküler iki başlığa ayrılmış: Biri Ölü Zaman Gezginleri, diğeri Yoklar Fısıltısı. Yoklar Fısıltısı'ndaki öyküler daha karanlık ve bence daha zor okunuyor. Zaman Kimi Zaman, Karanlık Beyaz ve Yabu en sevdiğim öyküleri oldu.
"Ağlamak, bir tür işaretmiş Yabu için. Kimsesiz bir ihtiyarmış; her gece dam başında oturur, gözlerini Resulayn'ın ışıklarına diker, sonra da şafak sökene dek sigara içermiş. Sigarası kalmadığında, ya da yıllardır çektiği yalnızlık birdenbire büyüyüp boğazına düğümlendiğinde de, birisi yanına gelsin diye ağlamaya başlarmış böyle."
Ben zaman zaman dağılıp zor okusam da çok güzel bir kitap Ölü Zaman Gezginleri. Toptaş'ın o şiirsel karanlığı her öyküde hissediliyor. Sonbaharın şu gri günlerinde okumak için şahane bir tercih olabilir.

31 Ağustos 2017

Soruşturma

Soruşturma - Śledztwo
Stanislaw Lem
Çeviren: Sevil Cerit
İletişim Yayıncılık
1998 (1. basım)
230 sayfa

Uzuuuun bir aradan sonra, İletişim'in Stanislaw Lem kitaplarından birini daha buldum. Gerçi kitabı bulalı aylar oldu, geçtiğimiz Mart'ta Ankara'nın pek şahane sahafı Devr-i Alem'den aldım. Bir süre bekledikten sonra okudum, bir süre daha bekledikten sonra ancak şimdi zaman bulup bloga yazabiliyorum.

Epeydir Lem romanı okumamıştım, Soruşturma iyi bir dönüş oldu mu emin değilim. Çünkü kitabı okurken daraldım, tamamen felsefi sorular ve istatistik bilimi etrafında dönen bir soruşturmayı okumak için doğru ruh halinde değildim belki de, bilmiyorum. Kitap ilginç başladı, duruldu, durakladı, çok da tatmin etmeden bitti.

Roman, Başmüfettiş Sheppard'ın odasındaki toplantıyla başlıyor. Yerleri değişen, bırakıldığı yerden biraz ötede bulunan ya da tamamen ortadan kaybolan cesetler var ama zanlı yok. Birinin ya da birilerinin cesetlere bunu neden yaptığıyla ilgili bir ipucu da yok. Olaylar farklı bölgelerde, birbiriyle alakasız insanların başına geliyor ve Başmüfettiş bu meselenin bir an önce çözülmesini ve soruşturmayı Gregory adlı dedektifin üstlenmesini istiyor. Yetenekli olduğu için değil, yöntemleri çok düzenli olduğu için de değil ama olaya büyük ilgi duyduğu için işi ona veriyor. Gregory olayları incelemeye başlıyor, inceledikçe kafası karışıyor çünkü elle tutulur hiçbir veri yok.
"Evet, şüphesiz, eğer bunu, sinirli veya korkmuş olduğu için veya eğer yanında başka uygun alet olmadığı için, yapmış olsaydı... fakat siz de benim kadar bunu niçin yapmış olduğunu biliyorsunuz. Bütün bu olaylar zincirinde görmüş olduğumuz o başbelası tutarlılık yüzünden. Zaten her şeyi cesetlerin yeniden dirildiği sanılsın diye yaptı. Her şeyi bu etkiyi yaratmak için planladı, hatta hava raporlarını bile inceledi. Fakat polisin mucizelere inanmaya hazır olduğunu nasıl öngörmüş olabilir? Bütün her şeyi bu kadar çılgınca yapan da bu işte!"
Kitabı okuduktan sonra üzerine birkaç kitap daha bitirdiğim için, ne diyeceğimi çok da bilemeden yazmaya çalışıyorum şu an. Çünkü kitap ilerledikçe konunun toplanıp açıklığa kavuşması gerekirken her şey giderek daha da karışıyor ve kesinlikle alışıldık polisiye kitaplar gibi bir sona ulaşmıyor. Goodreads yorumlarına baktım da (benim gibi) "ilk kez bir Lem kitabını sevemedim" diyenler var, beş yıldız verip çok sevenler de var. Sanırım bu kitabı sevip sevmeyeceğinizi anlamak için okuyup görmeniz gerekiyor.

6 Ağustos 2017

Kumların Kadını


Kumların Kadını - 砂の女 (Suna no onna)
Kobo Abe
Japoncadan Çeviren: Barış Bayıksel
MonoKL Yayınları
Mayıs 2017 (1. basım)
174 sayfa

Kumların Kadını, okuduğum ilk Japon edebiyatı eseri olabilir, daha önce okumadım diye hatırlıyorum. (Hayır, hiç Murakami okumadım.) Kitabın Barış Bayıksel çevirisi ile İngilizce çevirisini eş zamanlı okudum, elimde Hüseyin Can Erkin çevirisi de vardı ama etkilenmemek için ona pek bakmadım. Barış Bayıksel'in çevirisi pırıl pırıl, ben bayıldım.

"Bir ağustos günü, bir adam ortadan kayboldu." Böyle başlıyor kitap. Adam kaçırıldı mı, kayıp mı oldu, kaza mı geçirdi, öldürüldü mü... bilinmiyor. İpucu yok, adamın bilinen bir derdi yok. Böcek koleksiyoncusu olan adam bir gün böcek toplamak için evden çıkıyor ve bir daha geri gelmiyor.

"Bir ağustos öğleden sonrasında, başında gri kepi, omzunda asılı büyük bir tahta kutu ile su matarası, pantolon paçaları, tırmanışa giden dağcılar gibi, çoraplarının içine tıkılı bir adam, trenden indiği S... istasyonunun peronunda dikiliyordu." Böyle başlıyor kitabın ikinci kısmı, birinci kısımdan iki sayfa sonra. Adam nadir böcekler bulabileceği bir yer arıyor, kum tepelerini tırmanıyor, nihayet bir yokuşu tırmanmaya başlıyor ama bir tuhaflık fark ediyor: Yol yükselirken evler düz zeminde uzanıyor. Adam yürüdükçe evlerin tepesi yolun altında kalıyor, arazi ve yol yükselirken evler kuma kazılmış çukurların içindeymiş gibi gözükmeye başlıyor.

Kumların içinde böcek ararken saatler geçiyor, yaşlı bir adam ne yaptığını sormak üzere gelip dönüş otobüslerinin saatinin geçtiğini ve gerekiyorsa onun için kalacak bir yer bulabileceğini söylüyor.
"Tabii ya, merdiven kullanmadan bu uçurum gibi yerden aşağıya inemezdi. Çatının yere uzaklığının neredeyse üç katı kadar yüksekteydiler, merdivenle inmek bile kolay iş değildi. Çukurun eğimi, gün ışığında gözüne daha hafif görünmüştü, şimdi baktığındaysa neredeyse dimdikti. Merdiven dedikleri, korkulacak derecede düzensiz basamakları olan bir halattan ibaretti. Dengesini kaybedecek olsa, inişin ortasında düğümlenip kalacak gibiydi. Doğal yollardan oluşmuş bir kalenin içinde yaşamaya benziyor olsa gerekti."
Dedim ya, kuma kazılmış çukurların içindeki evler diye, onlardan birinde ağırlıyorlar adamı. Fakat misafirlik beklediğinden çok uzun sürüyor. Adamı indirdikleri çukurda bir kadın yaşıyor, ev kumlar altında kalmasın diye her gün etrafı süpürmek, kumu temizlemek, kazmak, taşımak zorunda. Gerçeküstü ve tuhaf bir roman. Okurken kumlardan rahatsız oldum ben, daraldım. Ama yanlış anlaşılmasın, bu iyi bir şey. Yazarın (ve çevirmenin) aktardığı ortam bütün tuhaflığına rağmen çok gerçek. Çünkü karakterlerin psikolojisi çok gerçek.

Kısacık yazdım ama bence kesinlikle okunması gereken bir roman. 1964 yapımı bir de film uyarlaması varmış, henüz izlemedim.

27 Haziran 2017

Tutsak Edilmiş Akıl


Tutsak Edilmiş Akıl - Zniewlony Umysl
Czeslaw Milozs
Çeviren: Osman Fırat Baş
MonoKL Yayınları
Mart 2017 (1. basım)
239 sayfa

Yine bir MonoKL kitabını anlatacağım size, yine künyesinde varım diye kendi kendime sevindiğim, çok büyük işler yapmışım gibi mutlu olduğum bir kitap. Çünkü, efendim, bu kitabın Nobel ödülü var, yazarı mühim bir insan, çevireni mühim bir insan; bana emanet ettiler diye tekrar tekrar şaşırdım okurken. Çok acayip bence. Öhöm. Bir de, hiç utanmadan kendi işimi öveceğim ama pırıl pırıl bir çeviri var elimizde. Bakın, Kristal Kitap da öyle demiş: "Okudukça insana katan, düşündüren, sorgulatan bir eser. Tertemiz çeviri ve editörlük de kitabın keyfine keyif katıyor."

Baştan söyleyeyim, normal koşullarda pek ilgimi çekmeyecek bir kitap bu. Çünkü tarih var, siyaset var, savaş var; kurgusunu okumayı sevsem de gerçeğini sıkıcı bulduğum şeyler var. Ha bir yandan sosyoloji var, edebiyatçılar var; daha ne olsun. Tarihi, siyaseti, savaşı, SSCB politikalarını, bunların topluma ve edebiyata etkilerini okumayı sevecek çok arkadaşım var, onlara bu kitabı tereddütsüz öneriyorum. Benim gibi kurgu sevenler nasıl bulur, emin değilim ama dümdüz bir inceleme değil kitap, gözünüz korkmasın.
"Savaş çıktı, kentimiz ve yurdumuz Hitler İmparatorluğu'nun bir parçası oldu. Beş buçuk yıl boyunca, herhangi bir deneyimden ya da edebiyattan tanıyabileceğimizden tümüyle farklı bir boyutta yaşadık. Görmek zorunda bırakıldığımız şeyin, en cesur ve en dehşet verici hayal gücünü bile aşıp geçtiğini söyleyebilirim.Önceden bildiğimiz canavarlık tasvirleri, şimdi safça ve çocukça öyküler olarak, bizi ancak güldürüyorlardı. Avrupa'daki Alman yönetimi korkunçtu ama hiçbir yerde Doğu'da olduğu kadar korkunç olmamıştı; çünkü nasyonal-sosyalist doktrine göre Doğu'da ya köklerinin tümden kazınmasına ya da ağır işte kullanılmaya layık ırklar yaşamaktaydı."
Litvanya doğumlu Leh şair/yazar Milozs, Alman işgali ile Rus komünizmi arasında kalan ülkesinin düşünce gelişimini inceliyor. Totaliter rejimlerin edebi üretkenliği nasıl etkilediği ile ilgili dokuz makale var kitapta. Çağdaşı kimi yazarları ve şairleri de (isimlerini kullanmadan) konu alarak dönemin detaylı bir portresini çiziyor.
"Beta, toplama kampı yaşantısı üzerine yazmış olduğu öykülerde, insanın içindeki emir kiplerinin her türlüsünü tartışmaya açıyor olsa da, gerçek bir yazardı: Çünkü hiçbir şeyi allayıp pullamıyor, hiç kimseye yaranmaya çalışmıyordu. Sonra edebiyatına tek bir siyasi tohum soktu ve bu tohum, bir eriyiğin şekillenişi gibi, o andan sonra yazmış olduğu her şeyin tek anlamlı ve basmakalıp olması sonucunu doğurdu."
Dedim ya, epey spesifik bir konu fakat okudukça içine çekiyor; yazarın düşünceleri, bahsettiği dönemin yoğun kontrol altında ilerlemeye çalışan edebiyatı, faşizmle komünizmin (kâğıt üstünde de) çarpışması okumaya değer. Bu arada, kitap 2006'da Elips Kitap tarafından yine Osman Bey'in çevirisi ile yayımlanmış ama uzun zamandır baskısı yokmuş; MonoKL gözden geçirilmiş çeviri ile yeniden yayımladı, bence şahane oldu. Savaş dönemi Doğu Avrupa'sı ve buradaki üretken aydınların durumu ilginizi çekiyorsa kitabı şiddetle tavsiye ediyorum; benim gibi kurgu sevenlere ise, farklı bir şeyler okumak isterlerse tavsiye edebilirim. :)

20 Haziran 2017

Geliş


Geliş, Hayatının Hikâyeleri ve Diğer Öyküler - The Stories of Your Life and Others
Ted Chiang
Çeviren: M. İhsan Tatari
MonoKL Yayınları
Ocak 2017 (1. basım)
287 sayfa

Bu kitabın künyesinde sevgili İhsan'la beraber adım geçiyor ve ben bundan dolayı çok mutluyum! Çünkü İhsan, çok iyi bir arkadaş olmasının yanı sıra çok iyi bir çevirmen. Onun elinden çıkan kitaplara ancak kozmetik düzeltmeler önerebiliyorum ya da çok minik yazım hataları bulup çıkarıyorum. Gerçi, kendisinin de itiraf ettiği üzere, dört kişi bir olup göremediğimiz bir küçücük hata var kitapta. Ona da nazar boncuğu diyoruz.

Malumunuz, Geliş (Arrival) filmi epey konuşuldu, yayınevi de kitabın esas adını iç kapağa saklayıp kitaptaki şahane öykülerin birinden esinlenen Geliş'i başlık olarak kullanmış. Bence olur, hiç sıkıntı yok. Sıkıntı şu: Ben bu filmi hâlâ izlemedim. İzleyeceğim bir ara. Umarım. Konusu açılınca kitaptan bildiğim kadarıyla konuşuyorum, o da olur bence.

Kitapta dokuz öykü var. Hepsi birbirinden farklı, hepsi ayrı bir tür deli. Kitabı okuyalı epey zaman geçti (eh, çünkü matbaaya gitmeden önce okudum) dolayısıyla detaylı anlatabilecek kadar hatırlamıyorum sanki. Fakat kitabın başlangıç öyküsü olan Babil Kulesi'ne bayıldım, hatırlıyorum. Kitabın geneline göre daha mistik bir öykü ve ilk sırada yer aldığı için bende epey yanlış bir beklenti oluşturdu. Daha mistikli, fantastikli öyküler beklerken ileride çatır çatır hard bilim kurguyla karşılaştım. Ama sonra yine mistik öğeler usulca katıldı öykülere, bilimin yanına büyüyü kattı.

Geliş filminin esin kaynağı olan Hayatının Hikâyesi de bence şahane bir öyküydü. Film için beklentimi yükselttiğini ise söyleyemeyeceğim. Bu şahane öyküden, durağan ve sıkıcı bir film çıkmış olabilir, hiç bilmiyorum. Fakat elbette izleyeceğim. Bir ara. Umarım.

Sıfıra Bölünme diye bir öykü var, içimizdeki matematikçileri fazlasıyla keyiflendirebilir. Matematikte hiçbir zaman çok iyi olmadığım halde ben bile sevdim.

Sanırım en sevdiğim öykü kitabın en sonundaki oldu. Gördüğünüzü Beğenmek: Bir Belgesel. Chiang estetik algısı üzerine düşünmüş, tartışmış, çok keyifli bir öykü halinde bize uzatmış tartışmasını. Bayıldım!

Geliş'i okumanızı şiddetle öneriyorum. Omuzlarınızdan sarsarak, gözlerimi pörtletip yüzünüze çok yakından bakarken "Okusana!" diye ısrar ederek öneriyorum. Ama benim gibi birkaç günde hızlıca bitirmeyin, zaten uzun öyküler var kitapta; tek tek, tadını çıkara çıkara okuyun.

14 Haziran 2017

Bir Yerde


Bir Yerde - Being There
Jerzy Kosinski
Çeviren: Aydil Balta
E Yayınları
Haziran 2012
115 sayfa

Kosinski adını duyunca hemen Boyalı Kuş geliyor aklıma, kitabı okuduğumdan değil, her yerde bahsi geçtiğinden. O kadar duymama rağmen (ya da belki o kadar çok duyduğum için) hiç merak edip bakmadım Kosinski kimmiş, Boyalı Kuş ne anlatıyormuş. Derken geçen hafta Bir Yerde elime tutuşturuldu, çok sevdiğim bir insan tarafından. Eh ben de hemen okudum, bir bildiği vardır diye. (Niye böyle devrik cümleler kurmaya başladığımı ben de pek bilemedim. İdare edin.) Bir bildiği varmış. En sonunda kendimi tramvay durağında kitaba bakıp kıkırdarken buldum; sağıma soluma bakıp toparlandım sonra, en ciddi ve asık suratlı yüz ifademi takındım.

Galiba uzun zamandır beni en çok eğlendiren kitap oldu bu. Doğru benzetmeler mi yapıyorum, bilmiyorum ama biraz Kurt Vonnegut tadı aldım, biraz da (aslında kitaptaki karakter hiç benzememesine rağmen) Ignatius J. Reilly'yi hatırladım. Yazarın İkinci Dünya Savaşı'nı atlattığını, Yahudilere yardım eden insanlar sayesinde soykırımdan kurtulduğunu okuyunca Vonnegut benzetmem biraz anlam kazandı kafamda. Ya da tamamen saçmalıyorum. Ben benzettim, gerisini bilmem.

Bir Yerde, Chance adlı bir adamı, doğumundan beri evden ve bahçeden dışarı adımını atmamış, okula gitmemiş, okuma yazma öğrenmemiş, sadece televizyon izleyip bahçeyle ilgilenmiş bir adamı anlatıyor. Chance'ın oturduğu evin sahibi olan Yaşlı Adam ölüyor, eve avukatlar geliyor ve Chance'ın hayatında ilk kez evden çıkması gerekiyor. Sonrası, bir kazayla başlayan ve yanlış anlaşılmalarla örülü bir zincir.
"E.E.'nin sözlerine büyük bir ilgi göstermesi gerektiğini düşünen Chance, televizyonda fark ettiği bir uygulamaya başvurdu ve söylediği cümlelerden bazılarını tekrarladı. Böylece, kadına devam etmesi ve ayrıntılara inmesi için cesaret vermiş oluyordu. Chance'ın sözlerini her tekrarlayışında, E.E. kendinden daha emin görünüyor ve yüzü aydınlanıyordu."
Çok detay vermeyeyim. Chance karşılaştığı herkesi ve her şeyi televizyondan gördükleriyle ve bahçesinde edindiği tecrübeleriyle değerlendiriyor. Kitap bir çeşit medya eleştirisi, bunu abartısız bir mizahla ama büyük bir alaycılıkla, çok tatlı yapıyor. Zaten küçücük, minicik bir kitap; bir hafta sonu çabucak okunur, pek de keyifli olur. Ha bir de, sesli kitap dinlemeyi seviyor ve İngilizce biliyorsanız, Dustin Hoffman tarafından seslendirilmiş bir audio book versiyonu mevcutmuş. Çeviriden de biraz bahsedelim, gayet güzel, akıcı bir çeviri var elimizde, sevdim ben; başta karakterin adı olmak üzere çeviriye kurban giden ses oyunları var ama bunları dipnotlarla açıklayıp çözmüşler. Son okumada gözden kaçan yazım hataları var ama kitabı okutmayacak kadar değil. Sonuç olarak, kitabı çok sevdim ve okumanızı gönül rahatlığıyla önerebilirim. Sanırım baskısı bulunmuyor ama denk gelirseniz kaçırmayın.

7 Haziran 2017

Yüzüklerin Efendisi (Tek cilt)

 
Yüzüklerin Efendisi (Tek cilt özel basım) - The Lord of The Rings (The Fellowship of The Ring, The Two Towers, The Return of The King)
John Ronald Reuel Tolkien
Çeviren: Çiğdem Erkal İpek
Şiir çevirileri: Bülent Somay
Metis Yayınları
Ekim 2013 (Yedinci basım)
1015 sayfa

Bitti, bitti! Vallahi bitti! Yaklaşık 1300 gram ağırlığındaki (az önce tarttım, cidden) kaldırım taşı cüsseli Yüzüklerin Efendisi cildini aylarca baş ucumda tuttuktan sonra nihayet bitirdim! Okuduğu kitabın ağırlığını merak eden tek manyak ben değilimdir, değil mi? Yok yok, değilimdir.

Neyse, bir münasebetsizlik edip Yüzüklerin Efendisi'ni eleştirecek, yorumlamaya kalkışacak değilim. Sadece kitabı bitirdiğimi haber vermek istedim. Aslında bu kitabı çok daha hızlı bitirirdim ama takdir edersiniz ki çantada taşımaya uygun bir kitap değil, tramvay durağında çıkarıp okumaya başlasam deli derler adama. Gerçi yine de bir süre yanımda taşıdım, hastanede refakatçi kalıp saatler geçirdiğim yaklaşık on gün boyunca yollarda ağırlık çalışması yaptık kendisiyle.

Daha önce okusam daha çok sever miydim bilmiyorum, kitabın büyük bir kısmını severek okudum. Filmleri doğru düzgün hatırlamadığım için bayağı da heyecanla okudum. Fakat bir yandan da, kitaptan yer yer sıkıldığımı itiraf etmem lazım, uzuuun betimlemeler, uzuuun ve düz yolculuklar kitaptaki yolcular gibi beni de bunalttı, yordu. Bir de, nihayet, "Filmde neden Tom Bombadil yok?!" diye isyan eden insanları anlıyorum. Gerçekten, filmde neden Tom Bombadil yok?! Ayrıca neden Tom Bombadil'in adı adeta Türkçeye çevrilmiş gibi?

Yüzüklerin Efendisi'nden her bahsedildiğinde yüzüme yerleşen mahcup ifadeyi ve "Ya ben daha okumadım..." itirafımı geride bıraktığım için çok memnunum. Böylece fantastik edebiyat alanındaki bir eksiğimi gidermiş oldum. Hobbit'i ya da Orta Dünya'ya ait diğer kitapları okur muyum, ne zaman okurum, elimdeki okunmamış kitap yığınları arasından sıra gelir mi bilmiyorum. Şimdilik bu dev kitap beni epey götürür. Ha bir de, her zaman olduğu gibi, KİTABI DAHA GÜZEL!

21 Mayıs 2017

Kitaplar ve Sigaralar


Kitaplar ve Sigaralar - Books v. Cigarettes
George Orwell
Çeviren: Levent Konca
*Sel Yayıncılık
Ocak 2015 (4. basım)
119 sayfa

Bu sefer çabucak bitirdiğim bir kitapla karşınızdayım çünkü duraklarda, tramvaylarda, doktor beklerken, arkadaş beklerken, parkta çimlere yayılmışken okumak üzere çantada taşımaya çok müsait, kısa makaleleri gayet hızlı okunan bir kitap. En kısası altı sayfa, en uzunu aşağı yukarı elli sayfa süren yedi makale var kitapta, Orwell bunları 1940'lı yıllarda yazmış ve çeşitli gazete/dergilerde yayımlanmışlar.

Kitapla ilgili en kötü şeyi en başta söyleyeyim. 1946'da, '47'de yazılan makaleler var ve Orwell'in o zamanlar İngiltere'ye yönelik yazdığı eleştirileri yetmiş yıl sonrasında yaşadığımız şu ortama tamamen uyuyor. Moralim bozuluyor.

Peki neden sigaralar? Çünkü yazar kitaba adını veren makalesinde diyor ki, "Kitapların pahalılığından şikayet ediyorsunuz ama sigaraya verdiğiniz para, benim kitaba verdiğim paradan daha fazla." Elbette bunu tam olarak böyle demiyor, daha düzgün cümleler kuruyor ama söylediği şey, özünde, bu. Oturmuş, satın aldığı, ödünç aldığı, hediye gelen ve kütüphaneden okuduğu kitapları da hesaba katarak bir karşılaştırma yapmış. Okumanın ucuz eğlence türlerinden biri -hatta muhtemelen radyo dinlemekten sonra EN ucuz olanı- olduğunu matematik ispatıyla önümüze koymuş. Uzuuun uzun hesaplar yapmaya girişmeyeceğim (çünkü beceremem) ama bugünkü fiyatlarla bir hesap yapsak, yine ortalama bir okurun yıllık kitap masrafı ortalama bir tiryakinin yıllık sigara masrafından çok daha az çıkacaktır eminim. Bir buçuk yıldır sigara içmeyen bir eski tiryaki olarak yıllarca sigaraya harcadığım bütçeyi kitaba aktarmak beni mutlu ediyor. (KAMU SPOTU: Sigara içmeyin.)

Bir makalesinde kitap eleştirmenliğini konu alıyor ve gazetelere eleştiri yazan profesyonellerin ne kadar zavallı bir halde olduklarını anlatıyor. Diyor ki:
"Belli konular üzerine derinleşen kitaplarla uzmanlar ilgilenmeli; diğer yandan eleştirmenliğin büyük bir bölümü, özellikle de roman eleştirileri pekala amatörler tarafından da yapılabilir. Hemen her kitap insanda yoğun duygular uyandırabilir; bir okurun tutkulu bir şekilde hoşlanmadığı bir kitap hakkındaki fikirleri dahi sıkılmış bir profesyonelinkilerden kesinlikle daha değerli olacaktır."
Benden bahsediyor!!! Bu metni kaleme aldığı 1946'da internet denen icat henüz çok uzaklardaydı elbette, böyle bir düzenleme yapmanın zorluğundan ve editörlerin kadrolu eleştirmenleriyle çalışmak durumunda kaldıklarından dem vuruyor. Neyse ki artık internet var, birçok kitap seven amatör elimize klavyeleri alıp gönlümüzce ukalalık yapabiliyoruz. Ve ne kadar haklı, gazetelerde okuduğum kitap önerilerine değil, internetteki okur yorumlarına daha çok güveniyorum hep.

Yazının Korunması makalesinde basın özgürlüğünden, entelektüel özgürlükten ve yalnız tutucu sağın değil, dönemin komünistlerinin de düşünce özgürlüğüne zarar verdiğinden bahsediyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde (tabii o zaman henüz adı İkinci Dünya savaşı değildi) yazdığı bu metin geçerliliğini hâlâ koruyor.
"Ancak totalitarizm, bir inanç çağından çok bir şizofreni çağı vaat eder. Toplum, yapısı belirgin bir biçimde yapay hale gelince; yani yönetici sınıfı işlevlerini kaybetmesine rağmen güç kullanarak ya da sahtekarlıkla iktidara tutunmakta başarılı okunca totaliterleşir. Böyle bir toplum ne kadar uzun var olursa olsun asla ne hoşgörülü olabilir ne de entelektüel açıdan istikrarlı."
Not aldığım başka başka yerler de var ama bence bu kadar alıntı yeter. Kitabın sonu, yazarın St Cyprian's adlı yatılı okulda yaşadıklarına ayrılmış. Sekiz yaşında bir çocuğun yatılı okula verilmesi bile bana fazlasıyla tuhaf gelirken Orwell'in anlattıklarını aklımda canlandırmak güç. Minimum miktarda yemekle beslenen, binici sopasıyla dövülen çocuklar, kapısı kapanmayan tuvaletler, hijyenden çok uzak banyolar, el kadar veletler arasında sınıf ayrımı... Orwell'in okuluyla ilgili anıları pek de tatlı, hoş türden değil. İnternette biraz bakındım da, okulun bazı ünlü mezunları Orwell'in yazdıklarının tamamen hatalı olduğunu, okulun şahane bir eğitim verdiğini düşünüyorlar. Sir Cecil Beaton ise (Aldous Huxley'den Salvador Dali'ye, Pablo Picasso'dan Audrey Hepburn'e birçok ünlünün fotoğrafları ile tanınan bir fotoğrafçı) okulda Orwell'le beraber okumuş ve yazdıklarının abartılı olsa da eğlenceli olduğunu söylemiş.

Yazarların kitaplar, edebiyat, sahaflar ve benzeri konularda yazdıkları makaleleri/denemeleri okumayı çok seviyorum, dolayısıyla Kitaplar ve Sigaralar'ı da keyifle okudum. Çeviri şahane, akıcı. İnsanı bezdirecek yazım hataları yok (2-3 minik hata gözden kaçmış, olur o kadar) daha ne olsun? Orwell okuyup sevdiyseniz, o sevdiğiniz kurguları yaratan yazarı biraz daha tanımak için bu kitabı da okumalısınız diye düşünüyorum.

3 Mayıs 2017

Cthulhu'nun Çağrısı


Cthulhu'nun Çağrısı
Howard Phillips Lovecraft
Çeviren: Dost Körpe
İthaki Yayınları
Ekim 2008 (2. basım)
229 sayfa

Selam. Ben geldim. Evet, yaşıyorum. Hayır, blogla hiç ilgilenemedim. Farkındayım. Bir anda çok şey oldu, bir sürü şey üst üste geldi, bloga elimi bile süremedim. Bir kere, güzel telefonum ve güzel masaüstü bilgisayarım peş peşe bozuldular. Telefon servisten dönecek umarım, bilgisayar ise bütün donanımı kurcalayıp sorunu çözemediğim için öylece bekliyor. Bu nedenle, neredeyse iki aydır minnak netbook, tablet ve arkadaştan ödünç eski telefon üçlüsüyle idare ediyorum. Şu yukarıdaki fotoğrafı tabletle çekip düzenledim, büyük ekranda neye benzediği hakkında hiçbir fikrim yok ama elimden daha fazlası gelmiyor. Bir yandan birtakım minik sağlık sorunları, bir yandan düzeltilecek kitaplar, bir yandan sosyal hayatımı sürdürme çabası derken... Blogla ilgilenmek bir yana, kitap bile okuyamadım.

Cthulhu'nun Çağrısı'na, Goodreads'deki kayıt doğruysa Eylül 2016'da başlamışım. (NE?!) Sonra yarım kaldı, sonra bir gayret bitirmeye çalışıp yine haftalarca elimde süründürdüm. Şimdi... Aramızdaki Cthulhu müritleri ve Lovecraft sevenler bana çok kızacak ama bu kitabı okurken sıkıldım, bir türlü ilerleyemedim. Poe okurken gözlerim büyürdü, geceleri kâbus görürdüm fakat bu kitaptaki öyküleri okurken esnememi bastıramadım. Gerçekten sıkıldım. :( Eğer Lovecraft ve Poe arasında bir rekabet varsa tarafımı seçtim. POE <3

Kitaba başlayalı yarım sene geçtiği için ilk öyküleri çok net hatırladığımı söyleyemeyeceğim. (Bu arada, yukarıdaki künyede kitabın orijinal adı yok çünkü kitabın künye sayfasında da yok.) Erich Zann'ın Müziği, uluyan kemanlar, vahşi sesler, gizemli bir müzisyenle keyifli öykülerden biriydi. Herbert West - Diriltici adlı öyküyü ise resmen öfleyip pöfleyerek okudum çünkü gerçekten şeytani ve korkutucu bir şeylerden bahsetse de dönüp dönüp aynı şeyi anlatıyor ve çok gereksiz uzun. Pickman'ın Modeli, bir gotik ressamı anlattığı için biraz ilgimi çekti fakat yine korkutmadı. -_- Ama öyküde betimlenen bir tabloyu Goya'nın Saturn'üne benzetip mutlu oldum. 

Kitap ilerledikçe açılmaya başladı aslında. Cthulhu'nun Çağrısı ününü hak ediyor ve Innsmouth Üzerindeki Gölge de kitap için görkemli bir kapanış olmuş, kesinlikle en sevdiğim ve beni ürkütebilen öykü oldu. Fakat buralara gelene kadar çok daraldığım için bir önyargı ve hoşnutsuzlukla okudum yine. Lovecraft seven sevgili arkadaşlarım, ne olur bana kızmayın, ben sevemedim. Yazarın üslubunu mu sevmedim, çeviriye mi ısınamadım, bilmiyorum. Bu sefer böyle oldu. Fakat elbette siz bana bakmayın, koskoca Lovecraft'ı kendiniz okumadan karar vermeyin. İyi okumalar!

14 Mart 2017

Sabahtan Akşama


Sabahtan Akşama - Morgon og Kveld
Jon Fosse
Çeviren: Deniz Canefe
MonoKL Yayınları
Kasım 2016 (1. basım)
103 sayfa

MonoKL, çağdaş Norveç edebiyatından eserler yayımlamaya devam ediyor ve çok iyi yapıyor. Knausgaard'ın çevirmenlerinden sonra Norveççeden tercüme yapan üçüncü çevirmenle, Deniz Canefe'yle tanıştım bu kitapta. Pırıl pırıl çevirmiş, bayıldım. Baskı güzel, kapağı çok sevmedim ama olsun.

Sabahtan Akşama upuzun, dolambaçlı, bağlantılı cümlelerden oluşuyor. Kitapta nokta yok! 1-2 tane nokta gördüm, yazar mı kullanmış, çeviri ve edit sırasında dalgınlıkla mı araya girmiş bilemedim. Birkaç soru işareti var, onun dışında bolca virgül ve bağlaç kullanıp paragraflarca uzun cümleler yazmış Fosse. Okunması kolay ama içimdeki takıntılı okur her paragrafın sonunda nokta aradı, cümlelerin bitmemesi sinirimi bozdu; sonra alıştım.

Kitabın birinci bölümünde Johannes'in doğumunu okuyoruz. Yazarın anlatımından mı kaynaklanıyor bilemedim (ya da alıştığımız noktalamanın kullanılmamasından) ama çok çok dışarıdan bakıyoruz sahneye; bir tiyatro oyununu 35 ekran televizyondan izler gibi. Peki, bu kötü mü? Bence değil, gayet keyifli.
Biraz daha sıcak su gerek Olai, dedi İhtiyar Ebe Anna
Dikilip duracak mısın öyle mutfak kapısında, dedi
Yok, yok dedi Olai
Teni hem bir sıcaklık hem bir serinlikle ürperdi, içini kaplayan mutluluk gözyaşı olup taşarken ocağın başına koştu, dumanı üstünde kaynar suyu fıçıya doldurmaya başladı, evet, böyle sıcak olmalı diye düşündü, suyu doldurdukça doldurdu, Anna'nın yeter dediğini işitti, bu kadar yeter, dedi Ebe, Olai başını kaldırdığında İhtiyar Ebe Anna gelip fıçıyı ondan aldı
Ufacık bir adada yaşayan balıkçı Olai ve karısı Marta'nın evinde, oğulları Johannes doğmak üzere. Bitmeyen, nefes aldırmayan, noktasız anlatım sayesinde doğum anı öyle gerçek ki; zaten tıklım tıklım dolu olup insanların üstüme geldiği bir tramvayda okuyunca ben doğacakmışım gibi daralmayı başardım. Şahane!

İkinci bölüm ise artık yaşlı bir adam olan Johannes'in, her yanı tutulmuş hâlde uyandığı bir günü anlatıyor. Kitapla ilgili pek çok yazıda, yorumda bahsi geçtiği için benim de burada yazmaktan çekinmeyeceğim bir konu var. Eğer kitabı ne bekleyeceğinizi bilmeden okumak isterseniz (ben öyle okudum, çok güzel oldu) bir sonraki paragrafı atlayın. Blogda spoiler uyarısı yapıp metni saklayacak bir teknolojiye sahip olmadığım için böyle yapmak durumundayız. Bir paragraf atladıktan sonra okumaya devam edebilirsiniz sanırım. Sizin için fark etmezse ya da ne olduğunu bilmek isterseniz buyurun, anlatayım.

Evet, ikinci bölüm Johannes'in kasvetli bir güne uyanmasıyla başlıyor. İlk bölümde doğmuştu, hayatının ilk saatlerini okumuştuk ya. Bu bölümde de hayatının son gününü okuyoruz. Bu bilgiye sahip olmadan okumak çok keyifli, bölüm ilerledikçe "Yahu... Acaba?" diye diye okudum ben ve bir insanın ölümü ancak bu kadar yumuşak ve güzel anlatılabilirmiş, hayran kaldım. Şimdi bu mevzuyu kapatıp devam edelim.

İlk bölümde yalnızca doğumunu gördüğümüz Johannes ile ilgili daha çok şey öğreniyoruz bu bölümde. "Johannes büyüdü, evlendi, mesleği şu, çocuklarının adı bu," değil, metnin akışı içinde yavaş yavaş anlatıyor yazar. Bir süre önce karısı Erna'nın öldüğünü ve ondan sonra Johannes'in yalnız yaşadığını öğreniyoruz. Sabah alışkanlıklarını, kahvaltıdan önce içtiği sigarayı ve kahveyi, yakınlarda oturan kızı Signe'yi, komşusu Peter'i okuyoruz.
Erna şu leğeni ne çok kullanırdı, çamaşır makinesinden önce ne çok çamaşır yıkamıştı bunlarda, evet, az değildi, şimdi Erna göçeli çok oluyordu, leğenlerse buradaydı, evet, işte böyleydi, insanlar gider, geriye eşyalar kalırdı

Şiir gibi, huzurlu, akıp giden bir kısa roman Sabahtan Akşama. Şu aralar istediğim kadar bilim kurgu okuyamadığıma üzülsem de böyle güzel kitaplar buluyor ve okuyorum diye mutluyum. Tam, sakin bir pazar sabahı okunmalık kitap. Öneririm. :)

2 Mart 2017

Daha Ne Olsun


Daha Ne Olsun: Mezuniyet Konuşmaları - If This Isn't Nice, What Is?: Advice for the Young
Kurt Vonnegut
Çeviren: Algan Sezgintüredi
April Yayıncılık
Kasım 2014 (1. basım)
107 sayfa

"Yüzyılın" dedim, beğenmedim, "çağımızın" diye başladım, olmadı sildim, şöyle deneyelim: Yakın geçmişin ve 20. ile 21. yüzyılların en iyi yazarlarından biri Kurt Vonnegut diye düşünüyorum. Bunu, hangi kurumun bana verdiği yetkiye dayanarak yaptığımı sorabilirsiniz. Cevap veremem ama siz yine de sorabilirsiniz. Fikrimin arkasındayım, her kitabından ayrı ayrı keyif alıyorum ve Vonnegut okumaktan sıkılmak mümkün değil.

Kurt Vonnegut üniversite mezunu değilmiş, kitabın arka kapağı öyle diyor. Web sitesi de bu bilgiyi doğruluyor. 1940 yılında Cornell Üniversitesi'nde kimya eğitimine başlamış, 1943'te üniversiteden ayrılıp İkinci Dünya Savaşı'na gitmiş ve eğitimini hiçbir zaman tamamlamamış. Fakat kitaplarının başarısıyla (bazı kitapları zaman zaman okullarda yasaklansa da) üniversitelerin mezuniyet törenlerinde aranan bir konuşmacı olmuş. Bu kitap da, işte bu konuşmaların bazılarından oluşuyor.

Bir kere, Kurt Vonnegut büyük bir hümanist. Öylesine değil, bütün hayatıyla ve politik duruşuyla bir hümanist. Amerikan Hümanist Cemiyeti'nin de onursal başkanı. Vonnegut'tan önce Isaac Asimov da aynı topluluğun başkanlığını üstlenmiş; en sevdiğim yazarlardan ikisi hakkında böyle bilgiler edindikçe mutlu oluyorum. 2004 tarihli bir konuşmasında, bu durumu kendisi anlatıyor Vonnegut:
"Ezkaza Amerikan Hümanist Birliği'nin fahri başkanıyım; bu esasen işlevsiz makamda benden önce büyük bilimkurgu yazarı, müteveffa Isaac Asimov vardı. Biz hümanistler, ölümden soraki hayatla ilgili hiçbir ödül yahut ceza beklentisine girmeden, becerebildiğimizce onurlu davranırız. Bize herhangi bir aşinalığı bulunan tek soyut kavrama, toplumumuza elimizden geldiğince hizmet ederiz.
Asimov için bir cenaze töreni düzenlemiştik ve törenin bir yerinde, 'Isaac artık Cennet'te,' demiştim. Hümanist bir topluluğa hitaben söylenecek en komik laftı bu. Kahkahadan yerlerde yuvarlanmıştı herkes. Ortalığın sakinleşmesi epey sürmüştü."
Aynı dönemde yaşamadığım için, tanışıp iki cümle sohbet edemediğim için üzüldüğüm çok az insan var. Tahmin edeceğiniz üzere Vonnegut ve Asimov bunlardan ikisi. O yüzden, yukarıda alıntıladığım anı bana öyle kıymetli geliyor ki anlatamam. Genellikle yavru kedi görünce kullandığım Küçük Emrah kaşlarım hemen devreye giriyor, çok keyif almakla çok üzülmek arasında bir yerde kalıyorum. Neyse... Bu alıntı aslında Vonnegut'un konuşmalarında anlattıklarının bir kısmını da özetliyor. Okuyunca hepimizin "evet lan!" diyeceği ama uygulamaya gelince yer yer teklediğimiz şeylerden bahsediyor yazar. Ödül beklemeden, cezadan korkmadan iyi insan olmak, insanları eşit görmek, güzel müziğin tadını çıkarmak, falan filan... Savaşa katılan, esir düşen ama savaş boyunca bir kişiyi bile öldürmeyen bir adamdan bahsediyoruz. Daha ne olsun!

Kitap hakkında söyleyebileceğim fazla bir şey yok. Kısa kısa konuşmalardan oluşuyor, kesinlikle çok güzel şeyler anlatıyor ve çok rahat okunuyor. Kitabın çevirisiyle ilgili hiç not almamışım, demek ki şikayet edecek bir şey bulamamışım. Hatırladığım kadarıyla gayet hatasız ve temiz bir baskı. Çevirenin, editörün ellerine sağlık. Vonnegut'un 1978 yılında gerçekleştirdiği bir konuşmadan sadece iki cümlesini daha alıntılayıp gidiyorum ben.
"Arthur C. Clarke'ın, Çocukluğun Sonu'nu okuyanınız vardır belki; bilimkurgu alanındaki birkaç başyapıttan biridir. Diğerlerinin hepsini ben yazdım."

19 Şubat 2017

Yüzen Opera ve Yolun Sonu


Yüzen Opera ve Yolun Sonu - The Floating Opera and The End of the Road
John Barth
Çeviren: Esra Gül Coşkun
MonoKL Yayınları
Eylül 2016 (1. basım)
399 sayfa

Merhaba, yılın ikinci ayı biterken ben daha bir tek kitap yazısı tamamlayabildim. Bilgisayar kasamın üzerinde sıra bekleyen kitaplar tozlanıyor, ben oturup en baştan House M.D. izliyorum çünkü neden olmasın... Bu sıralar böyle bir tembellik, bir üşengeçlik var üzerimde, geçer herhalde. Efendim, kitabımızdan bahsetmeye başlamadan önce bir diyeceğim var. Eminim bu blogu okuyan çok şahane insanlar arasında (çünkü çok kalabalık değilsiniz ve hepiniz de şahane insanlarsınız) fanzin sevenler vardır. Sizden iyi olmasınlar, çok tatlı insanların çıkardığı Marşandiz Fanzin adlı bir yayın var, "Setenay bizden de bahseder misin blogunda?" dediler, seve seve iletiyorum. Marşandiz Fanzin'in web sitesine, Facebook sayfasına ve Twitter hesabına buralara tıklayarak ulaşabilirsiniz. Severseniz alır okursunuz belki. Gelelim kitaba...

MonoKL'un pek şahane kitaplarından birini daha anlatmak istiyorum. Kitabı okuyalı aylar oldu, o yüzden çok kopuk ve eksik anlatabilirim, idare edin beni bu seferlik.

John Barth ABD'li bir yazar, 1930 yılında doğmuş, birçok başarılı roman yazmış, Johns Hopkins'de önce öğrenci, sonra profesör olarak bulunmuş, internetteki fotoğraflarından edindiğim izlenime göre de tonton, sevimli bir insan. Okuduğum ilk kitabının verdiği izlenim ise kendine özgü, absürt bir tarzla yazdığı ve ben bu absürt yazarları hep çok seviyorum.

Elimizdeki kitap, yazarın iki romanının (ya da kısa roman?) bir arada basılmış hali. İkisinden de ayrı ayrı bahsedelim. Yüzen Opera, anlatıcının doğrudan okura hitabıyla başlıyor. Anlatıcımız elli dört yaşında, bir seksen üç boyunda ve sadece altmış kilo gelen avukat Todd Andrews. Bize bir şeyler anlatıyor, belli bir günden ve o gün yaşanan bir olaydan bahsedecek ama konuyu bir türlü oraya bağlayamıyor.
Ah bu ben... Korkarım her şey çok önemli ve nihayetinde hiçbir şeyin önemi yok. Artık on altı yıllık hazırlığımın faydalı olmayacağından, en azından düşündüğüm şekliyle olmayacağından eminim: O günkü olayları çok iyi anlıyorum; ama iş, yorumlamaya gelince yapacağım şey herhâlde hiç yorum yapmamaya çalışmak, bunun yerine sadece gerçeklere bağlı kalmak olacak. O zaman da yine konudan büyük ölçüde sapacağımı biliyorum -bunun cazibesi her zaman çok büyük, sonun alakasız olduğunu bildiğimde ise iyice karşı konulmaz oluyor- ama en azından sona ulaşacağıma dair biraz umudum var ve itibarımı yitirdiğimde, her hâlükârda, neye niyetlendiysem ondan ötürü kendimi takdir edebileceğim.
Öncelikle, şu yukarıdaki alıntıyı çevirmek zorunda olmadığım için çok memnunum. Yazarın uzun, dolambaçlı cümlelerini çok şahane çevirmiş Esra Gül Coşkun, eline sağlık! Todd Andrews, Dorset Otel'de bir odada yaşadığı zamanları anlatıyor, uzun süredir burada yaşayan bir grup arkadaşı var, kendilerine Dorchester Kâşifler Kulübü diyorlar. Bir de, kitapta anlatılanların bir kısmına ev sahipliği yapan gemi var: Adam'ın Hakiki ve Benzersiz Yüzen Operası adlı gemi, nehirde bir aşağı bir yukarı geziniyor, içeride de gösteriler yapılıyor. Andrews, buna benzer bir gösteri gemisiyle ilgili fikirlerini ve kitabına neden bu ismi verdiğini uzun uzun açıklıyor:
Gemi demir atmayacak, bunun yerine akıntıyla birlikte nehirde bir aşağı bir yukarı sürüklenecek, seyirciler nehrin iki yakasında da oturacaklar. Gemi yanlarından geçerken, oyunun o anda oynanan kısmı neresiyse onu yakalayacaklar ve sonra başka bir parça daha yakalamak için akıntının gemiyi geri getirmesini beklemek zorunda kalacaklar. (...) Çoğu zaman neler olup bittiğini hiç mi hiç anlamayacaklar ya da aslında bilmedikleri halde bildiklerini düşünecekler. (...) İşte bu kitap da bu şekilde ilerleyecek, bundan eminim. Dostum, yüzen bir opera bu; tuhaflıklarla, melodramla, büyük gösterilerle, derslerle ve eğlenceyle dolu, ama bu opera benim avare yazımın akıntısında gönülsüzce yüzüyor.
Kahramanımız Bay Andrews biraz çocukluğunu, biraz oteli, oradan doktor ziyaretini, aldığı hukuk eğitimini, babasının şirketini anlatıyor; okuyucunun kafasını bir güzel karıştırıyor. Hatta iki ayrı hikâyeyi aynı anda anlatmaya kalkışıyor. Her şey Yüzen Opera'ya da bağlanıyor elbette ama oralara girmek istemiyorum.

Yolun Sonu ise, doktor tavsiyesiyle öğretmen olmaya karar veren Jacob Horner'ın hikâyesi. Geleneksel yöntemleri kabul etmeyen, tuhaf bir doktorun kurduğu "Yeniden Harekete Geçirme Çiftliği" de kurucusu gibi tuhaf.
Gelişim ve Danışma Odası'nda kendinizi rahat hissetmeniz, şartlar düşünüldüğünde pek mümkün görünmüyor, ne de olsa buraya rahatlamak için değil, bir şeyler danışmak için geliyorsunuz. Eğer tamamen rahatlayacak olsanız Doktor'un söylediklerini sakin sakin oturarak dinleyebilirdiniz, özel üniformalı bir uşak tarafından yatağına kadar getirilen kahvaltıya karşılık, titizlik ederek yiyeceklerden bazılarını seçip bazılarını reddeden ve sadece seçebildiği kadarını yiyen birisi gibi. Elbette böyle bir ruh hâlinin Gelişim ve Danışma Odası'nda yeri yoktur çünkü kendinizi bilerek Doktor'un ellerine bırakmış olursunuz; onun istekleri sizinkilere değil, sizin istekleriniz onunkilere hizmet eder ve verdiği tavsiyeler karşısında yapmanız gereken, onları sorgulamak ya da daha da ileriye gidip eleştirmek değil (sorgulamak yersiz; eleştirmek anlamsız), o tavsiyelere uymaktır.
İşte bu odada, Doktor, Horner'a "artık bir iş bul" diyor. Fen Edebiyat diploması olduğunu öğrenince de, küçük bir okula öğretmenlik başvurusu yapmasını tavsiye ediyor. 1950'lerin tatlı ortamında, elbette kahramanımız işe kabul ediliyor ve olaylar gelişiyor. Maryland'in Wicomico ilçesindeki (en güzel isimli ilçe, çikolata ismi gibi) bir devlet okulunda göreve başlıyor ve bu küçük ilçeye yerleşiyor. Fakat, rahatlıkla anlayabildiğim bir kaygısı var: Her şey çok iyi başlıyor!
Yolunda gitmeyen ilk şey, beni tam anlamıyla tatmin eden bir odayı hemencecik bulmuş olmamdı. Genellikle, söz konusu bir oda tutmak olduğunda beni memnun etmek hiç de kolay bir iş değildir. (...) Böylesine zor beğenen biri olduğumdan güç bela beğendiğim bir yeri bulmak bile genellikle epey zamanımı alırdı. Ama aksilik bu ya, otelden çıkıp College Caddesi'nde yürürken yolumun üstünde gördüğüm ilk kiralık oda tüm bu şartları karşılıyordu.
Adam korkmakta haklı bence. Bu seferki hikâye kronolojik sıçramalar yapmıyor. Horner güzel güzel, sırasıyla anlatıyor her şeyi. Öğretmenlik yapmaya başlıyor, diğer öğretmenlerle arkadaş oluyor, özellikle Joe Morgan ve eşi Rennie ile samimiyeti artıyor. Horner mantıklı bir adam, karar vermeden önce düşünüp taşınıyor, gerekçelerini tartıyor. Olaylardan bahsetmeyeceğim pek, genelgeçer doğruları ve sosyal ilişkileri evirip çeviriyor yazar.

Kitabı okumamın üzerinden aylar geçtiği ve bu yazıyı parça parça tamamlamam haftalar sürdüğü için ne dediğimi, ne diyeceğimi, neyi unutup neyi tekrar ettiğimi falan hep karıştırdım artık. Bu sefer böyle olsun. Özet geçiyorum: Her zaman okuduğum kitaplara benzemiyor ama Yüzen Opera ve Yolun Sonu'nu ben epey severek okudum. Öneririm.