31 Aralık 2016

Sensin "Happy"


Gelenekselleştirmeye başladığım "Şimdi bu önümüzdeki yılın tam olarak neresi kutlu?!" temalı yazıma hoş geldiniz! Programımız 2016'nın ne kadar da berbat bir yıl olduğundan bahsederek başlayacak, 2017'den de farklı bir şey beklememeyi öğütleyerek devam edecek. Aralarda ise dansöz var, şarkıcılar var, sihirbaz var, karışık meyve tabağı, kestane ve şarap da ikramımız!

Gerçi, TRT'nin dansözlerinden "yılbaşı kutlamak kültürümüzde yohhkğ" diyenlere evrildiğimiz şu zamanlarda inadına çıkıp sokaklarda, kafamda külah şapka, yüzümde karton maske, bağıra çağıra yılbaşı kutlayasım geliyor ama pek kıymetli uzuvlarımı kaldırıp hiçbir yere çıkacak değilim. Yerler buzlu, hava soğuk; evde ise kahve var, gerekirse battaniye var. Hem bugün itibarı ile, senenin sonunu zar zor gören bütün sevdiğimiz ünlüler ölecek diye korkuyorum. David Bowie, Gene Wilder, Umberto Eco ve Harper Lee (ikisi aynı günde üstelik), Alan Rickman, Prince, Leonard Cohen, Zsa Zsa Gabor, Muhammed Ali, Ron Glass, George Michael, son olarak Carrie Fisher ve Debbie Reynolds... Yazarken içim daraldı yine. Link vermek istemiyorum, Wikipedia'da dev bir "bu yıl ölen ünlüler" sayfası var, bütün yılı listelediklerini zannederken önümdeki dev listenin yalnızca Aralık ayını içerdiğini görünce dehşetle kapattım sayfayı. İzleyerek, dinleyerek, okuyarak büyüdüğümüz insanlar yaşlanıyorlar, ölüyorlar ve ben henüz buna alışamadım. 2017, lütfen sen biraz daha insaflı ol. Ayıp oluyor.

Bu tatsız konuyu kapatalım. Televizyonda Sermet Erkin olsa izlerdim şimdi ya, ne güzel olurdu. Televizyonda ne olduğu hakkında pek fikrim olmadığı için ve yeterince vakit öldürmüyormuşçasına tutup Netflix abonesi olduğum için dizilerden dizi beğenip bütün günü öylece tüketeceğim. (Çünkü bu yazıyı, 31 Aralık'ın ilk saatlerinde yazıyorum, henüz yeni yıl kutlamalarının başlamasına bir 19-20 saat var sanırım.) Belki şöyle sihirli, illüzyonlu bir film bulurum. Hiç sihir numarası da bilmiyorum ki, kendi kendime yapıp eğleneyim.

Geçen yılın sonunda yazdığım yazıya bakıyorum. Hedefler belirlemişim. Sizi hiç oralara kadar yormayacağım, bakınız hedeflerim şunlarmış:

- Bu yıl yeni kitap alınmayacak.
Sonuç: AHAHAHAHHAHAH, şu an kitaplığımdaki rafların yarısında çift sıra kitap var, aldığım ama okumadığım kitap sayısı 100'ü geçti. HAHAhaahah ay kitap almayacaktım ben değil mi, unuttum yahu.
- Ajanda ocak ayından sonra da kullanılacak.
Sonuç: Mart'a kadar kısmen yoğun, Mayıs'a kadar çok seyrek kullanmışım. Eh, benim için bu da bir ilerleme.
- Eski bilim kurgu kitapları hakkında daha çok yazı yazılacak.
Sonuç: İstediğim kadar çok yazamadım ama Baskan dizisini anlatmaya başladım, altı kitap da hiç fena değil. 2017'de devam ederiz.
- Goodreads'e taşınılacak.
Sonuç: Taşındım, harıl harıl da kullanıyorum! ^_^

Bu sene öyle kitap almamak gibi hedefler koymayacağım, ha yapamayacağımı biliyordum ama belki biraz kendimi tutarım, kısıtlarım diye umut etmiştim. (Hiç beceremedim.) Okuma hedefim ise, yeterince makul bir beklentiyle, haftada bir kitaptan 52 kitap bitirmekti. Onu da beceremedim. Bu yıl ancak 28 kitap okumuşum, içler acısı! Bahanelerim var tabii, bir kere çok gezdim. Tatil için değil, düğünler, cenazeler, toplantılar, görüşmeler için gezince gittiğim yerlerde pek okuyamadım. Sonra, bu yıl düzelttiğim, son okuduğum, yayına hazırladığım daha fazla kitap oldu. Her birini aynı anda Türkçe ve İngilizce okuyup o sırada başka kitap okumadığım için sayıyı düşürdüm. Bir de her zamanki gibi, bilgisayar başına oturunca zaman kavramını yitirme sorunum var. "Şunu kapatayım da uyumadan biraz kitap okuyayım" dedikten sonra bir bakıyorum saçma saçma saatlere kadar oturup oyalanmışım. 2017'de bu durumu kesinlikle düzeltmem lazım. Bakalım becerebilecek miyim.


Gelelim bu yıl okuduğum kitaplara. (Ne var, Nesrin Topkapı olmadan yılbaşı mı olur ya!) 2016 kitaplığım için çok verimli bir yıl oldu. İthaki'nin bilimkurgu klasikleri, Delidolu'nun Diskdünya'sı, MonoKL'un Knausgaard'ı derken yeni kitaplar karşısında Kurabiye Canavarı'na döndüm. Ama işte, okumaya yeterince zaman ayırmadığımda o kitaplar yığın yığın diziliyorlar. Seneyi Yüzüklerin Efendisi ile kapatacaktım ama araya iş girdi, kitaba ara vermek zorunda kaldım. Hayır, sekiz kilo kitap, yanımda taşıyıp durakta, tramvayda falan da okuyamıyorum. Çantamda Kurt Vonnegut taşıdım, o öyle bitti her boşlukta 3-5 sayfa okuya okuya. (Yazısını yazamadım daha, zaman ayıramıyorum ki...)

Bu senenin kitaplarına şöyle bir baktım da, çok merak ettiğim bir dolu kitap var ve ben hiçbirini okumamışım. Okuduklarımın arasında en sevdiğim kitap (neden hâlâ yayımlanmadığını bilmediğim) Madde 22. Piyasaya çıksa da önüme gelen herkese önersem diye sabırla bekliyorum. Sonra, bahsetmeden geçemeyeceğim Sakın Zarar Verme var. Sonsuzluğun Sonu tüm zamanların en güzel kitaplarından olmaya aday. Arada sevmediğim kitaplar da oldu elbette ama yine çok güzel kitaplar okudum. 2017 için tek hedef belirliyorum, daha çok kitap okuyacağım, bilgisayar başında daha az zaman geçireceğim.

İyi yıllar diliyorum efendim, 2017 daha huzurlu, daha mutlu, daha güzel olsun.

24 Aralık 2016

Hayaller Kâhyası


Hayaller Kâhyası
Atilla Atalay
İletişim Yayınları
2013 (6. basım)
141 sayfa

Ne zamandır yeni bir Atilla Atalay kitabı okumuyordum. Arada sırada eski kitaplarından rastgele 2-3 Sıdıka öyküsü okuyorum ama daha önce okumadığım yazılarını okumak da çok keyifli oldu. Hâlâ Yüzüklerin Efendisi okurken (kitabı dışarı çıkaramadığım için okuma sürem kısıtlanıyor, insan okuyacak demeden dev gibi cilt almasaymışım iyiymiş aslında) Hayaller Kâhyası'nı da kısaca yazayım istedim.

Kitap ilk kez 2000 yılında yayımlandıktan sonra 2006'ya kadar beş baskı yapmış, sonra 2013'te tekrar basılmış. Atilla Atalay'ın baskısı bulunan çoğu kitabını aldım ama bu kitabı bir şekilde atlamışım. Daha önce okuduğum kitaplarının bir kısmı tamamen mizah yazıları, bir kısmı daha duygusallı yazılardan oluşuyordu. Bu kitap baştan sona duygusal. Altı öykü var, her biri Atilla Atalay'ın o kendine özgü, içten hüznünü taşıyor. "Çok çok duygusalım, çok romantiğim, çok hisliyim" diye bağıran yazıları ne kadar sevmiyorsam, bu kendi halindeki duygusallığı da o kadar çok seviyorum.

İlk öykünün adı Sebebim. Bir mola yerinde, "Pavurya kıskaçları, yavru mikiler, parti ve takım amblemleri, araba markaları, başka bir boyutta asla bir araya gelemeyecek çeşitli zincir boncuk kombinasyonları; bin türlü manyak şeklin ucunda sallandığı anahtarlıklar..." ile başlıyor, otobüsünü kaybeden bir yaşlı teyzeyle devam ediyor.
 - Yavrum, Allah rızası için şöyle bir bakın bana. Ben bu otobüste miydim?
Hep birlikte teyzeye bakıp ister istemez güldük. Teyze de, ön koltuklarda oturanların gülen yüzlerine tek tek bakıp yine sordu.
- Ön sıralarda bi yerde oturuyodum. Karıştırdım işte otobüsleri bi daha bir bakın bakalım, gördünüz mü beni bu arabada...
Kaybolmuş işte teyze... Hem ne kaybolmak. Gecelerin ortasında şehirlerin arasında, birbirine benzeyen otobüslerde... Fena bozuk teyze. Dokunsak ağlıycak.
Böyle tatlı, böyle güzel anlatıyor. Yolculuk, yazarın köyünde, halasının evinde bitiyor. Karşıdaki evde bir teyze var, evin bahçesinde bir otobüs koltuğu, üzerinde oturup boşluğa bakan bir teyze.
- Sebebim Deeze o...
- Nası Sebebim Teyze... Adı öyle mi...
- Hayriye ismi... Sebebim deye gocası derdi ona ööle... Bu genç gızkene içip içiip baaçalarda "Sebebiim" deye bağurudu buna.
Sebebim de, kocası Mustafa'ya Mis dermiş, Mistafa'nın gısası. Uzun uzun anlatmayacağım, Sebebim'le Mis'in öyküsü işte. 

Sonra eski bir sinema salonu, bir ayrılık hikâyesi, Atilla Atalay'ın hem okula gidip hem mizah dergilerinde çalıştığı zamanlardan kalan anıları, bir aşk hikâyesi; en sonda da kitaba adını veren Hayaller Kâhyası,  kitabın en uzun öyküsü. Varol ve Murtaza kardeşleri, en çok da Murtaza'yı anlatan, yine hüzünlü bir öykü. Anneleri, Varol'dan sonra ikinci çocuğu erkek olursa adını Mertol koymak isterken, bir rüya görmüş ve o yüzden çocuğun adını Murtaza koymuş.
Nevin Hanım dört tabak yoğurtlu mantı yiyip de yattığında ya da kocası Necdet Bey'le beraber "Görünmeyeni görünür kılan alaca mantarlar"dan toplayıp pişirdiklerinde hep böyle tuhaf rüyalarla uyanırdı. Murtaza, bu acaip ismi Bulutlar Meleği Kuzah'a filan değil, dört tabak mantıya borçlu olduğunu düşünmeden edemiyordu.
Okulunda çıkan yangından sonra bir türlü eğitim hayatına dönemeyen, orada burada çıraklık derken önce uzun süre kuaför çıraklığı yapıp sonra "dövüş sanatları"a merak saran ve bir lüks gece kulübünde güvenlikçi olan Murtaza ve abisinin işlerini, hayatlarını o tatlı anlatımıyla yazmış Atalay. Bütün kitabı çok severek okudum, zaten Atilla Atalay'ı hep çok severek okurum. Eh, dolayısıyla, şiddetle öneririm. :)

14 Aralık 2016

Üç Cisim Problemi


Üç Cisim Problemi - 三体
Cixin Liu
Çeviren: Zeynep Özmeral
İthaki Yayınları
Kasım 2015 (1. basım)
412 sayfa

Şu kitabın fotoğrafını çekmek için tanıdık bilardo salonu aradım, koskocaman çevremde kimse bir bilardo salonu sahibi tanımıyormuş. Ben de gittim, daha önce birkaç kez önünden geçtiğim bir mekâna (adı Bilaryum Kafe'ymiş, Eskişehir Adalar'da) girdim, "çok affedersiniz, sakıncası yoksa masaların birinde bi' beş dakika fotoğraf çekebilir miyim?" diye sordum. İçeride bir de minik hasta kedi vardı, kalorifer peteklerinin üstündeki bir havluda yatıyordu. Demek ki burada iyi insanlar vardı. E dolayısıyla, konuştuğum iyi insan "tabii ki," diye cevap verdi, topa ihtiyacım olup olmadığını sordu, ben de tamamen estetik kaygılarla siyah, beyaz, kırmızı topları seçtim. Neden illa ki bilardo masası diye tutturduğumu da yazının devamında göreceksiniz. :)

Yine çok karmaşık hisler beslediğim bir kitap var elimde. Kitabı sevdim, ama aslında çok da sevmedim. Kitabı sevmedim, ama aslında bayağı güzel kitap. Bir kere, bilim kurgu edebiyatındaki Batı hakimiyetine rağmen Hugo ödülü almış bir kitap var elimizde, bu bile kitabı okumak için yeter sebep.

1967 yılında, Çin Kültür Devrimi sırasında başlıyor roman, ortalık kan revan, kargaşa içinde, "gerici" olarak etiketlenen akademisyenler sıkıntıda. İşlerinden oluyorlar, ölüme kadar varan cezalar alıyorlar.
Yan tarafındaki bir kadın Kızıl Muhafız, "Yalan söylüyorsun," diye bağırdı. "Einstein gerici bir akademikti. O adam cebini parayla dolduracak her efendiye hizmet eder. O ki, Amerikan Emperyalistleri'nin kucağına gidip onlar için atom bombaları inşa etti. Bilimsel devrim yapmak istiyorsak, görelilik kuramının temsil ettiği kapitalizmin siyah bayrağını indirmeliyiz."
Fizik profesörü Ye Zhetai'ın vahşice öldürülmesine tanık oluyoruz, bu sahneyi profesörün kızı Ye Wenjie de bizimle birlikte izliyor ve sonra tabii manyak oluyor. Ye Wenjie'nin çeşit çeşit sıkıntıyla geçen hayatını, gizli bir üste yaşayan ekibe katılıp orada çalışmasını, evlenip çocuk yapmasını izliyoruz kitap boyunca. Bir yandan da yakın geçmişe (2005'e) atlayıp yeni bilim insanlarıyla, bazı polisler ve askerlerle tanışıyoruz ve bütün bu insanlar ve olaylar bir ağ gibi birbirine bağlanıyor.

Nanoteknoloji üzerine çalışan Wang Miao'nun evine, iki polis ve iki askerden oluşan tuhaf bir grup geliyor, Wang'ı "birkaç akademisyen ve uzmanın katılacağı önemli bir toplantı"ya davet ediyorlar. Toplantıda hazır bulunan grup daha da tuhaf, toplantıyı yöneten bir tümgeneralin yanısıra bir ABD albayı, bir İngiliz albayı, iki de CIA çalışanı var, sonra Çin askerleri, polisler ve çeşitli temel bilim alanlarından akademisyenler... Wang'a uzun bir liste veriyorlar ve bu listedeki bütün bilim insanlarının son iki ay içinde intihar ettiğini söylüyorlar. Bilimin Sınırları adlı bir organizasyona üye olan bu insanların neden intihar ettikleri bilinmiyor; Wang da bu organizasyona davet edilmiş ve daveti kabul etmesini, böylece içeriden bilgi sağlamasını istiyorlar.

Wang bu teklifi önce reddediyor, sonra kabul ediyor, sonra eve dönmek yerine yine bir akademisyen olan (ve intihar eden akademisyenlerden birinin sevgilisi olan) Ding Yi'nin evine gidiyor. Ding Yi, fizik yasalarının zamana ve mekâna göre değişmediğini göstermek için bir deney yapmalarını istiyor. İki adam, bir bilardo masasını tutup kocaman bir oturma odasında dört kez farklı yerlere taşıyorlar. BİLARDO MASASINI! Ağırlığı en iyi ihtimalle 300-400 kg olan masayı. İki adam. Dört kez.
Bu vuruştan sonra masanın konumunu iki kez daha değiştirdiler: İlk önce oturma odasının kapısının yanına, ardından da ilk konumuna getirdiler. Ding iki kez daha topları yerleştirdi ve Wang iki kez daha vuruş yaparak siyah topu deliğe soktu. Sonunda ikisi de terlemişti.
Terlemişler... İki adamcağızın bir bilardo masasını, çay sehpası taşır gibi oradan oraya taşımasının mümkün olmadığını düşünmekte haksız mıyım? Abartıyor muyum acaba? Neyse... Masanın fizik kurallarına meydan okurcasına taşınabildiğini görmezden geliyoruz; bu deney, konum ve zaman değişse de aynı topa aynı şekilde vurunca aynı şekilde hareket ettiğini kanıtlıyor. Sonra Ding, kuantum fiziğinde bu işlerin böyle olmadığını açıklıyor.
"(...) Bu yüksek enerjili parçacık hızlandırıcılar, parçacıkların büyüklük sırasına göre, insanoğlunun daha önce hiç ulaşamadığı bir seviyede çarpıştırılması için gerekli enerjiyi temin etti. Fakat yeni ekipmanlarla yapılan deneylerde aynı partiküller, aynı enerji seviyesi ve aynı deneysel parametreler farklı sonuçlar verdi. (...) Ama sonuç her seferinde farklı oldu. Ortaya bir model çıkmadı."
(...)
"Bu, evrenin herhangi bir yerinde uygulanan fizik kanunlarının var olmadığı anlamına gelir. Bu, fizik... yok demektir," dedi Wang dönerek.
Kafası iyice karışan Wang, hobi olarak çektiği analog fotoğraflarda ortaya çıkan, sonra uykusunda devam eden, sonunda baktığı her yerde görmeye başladığı bir "geri sayım" yüzünden delirmenin eşiğine geliyor. Gözünün önünde uçuşan sayılara bir açıklama bulmaya çalışırken Üç Cisim adlı bir oyunla karşılaşıyor. Sanal gerçeklik gözlükleri ve özel bir kostümle oynanan oyun, gece ve gündüz döngüsü düzenli olmayan bir gezegende geçiyor. Güneşin ne zaman doğacağını bilmedikleri "Kaos Çağı" ile döngünün kısmen düzenli olduğu "Dengeli Çağ" arasında medeniyetlerini sürdürmeye çalışan insanlar, uzun Kaos Çağlarını kendilerini kurutarak, sonra da kuru bedenleri suya atıp canlandırarak atlatıyorlar. Oyun sahneleri ilginç olsa da, Wang tam olarak ne yapıyor da bu oyunda ilerliyor anlamadım ben. Oyuna her girdiğinde rastgele sahnelerde, farklı çağlarda ortaya çıkıyor, etrafı gözleyip insanlarla konuşuyor, hop bitti. Bir de kurguda şöyle bir sıkıntı fark ettim: Wang, gerçek hayatta kendisine verilen bir tomar kâğıdı oyunda ortaya çıkardı! İşte bu, sanal gerçekliğin aşırı büyük başarısı!

Roman bu üç esas hikâye, yani Wenjie'nin geçmişi, günümüzde yaşananlar ve Üç Cisim Oyunu arasında dönüp dolaşıyor ve fazla karışmadan akıcı bir biçimde ilerlemeyi başarıyor. Şimdilik kitaptaki olay örgüsünü bırakıp kendi fikirlerime geçeyim. Kitabın çevirisiyle başlayalım, çeviri çoğunlukla iyi ama bazı yerlerde aksıyor ya da belki yazar aksamış, ben çeviriyi suçluyorum. Emin değilim... Yazım hataları da biraz fazla sanki, bazen oluyor böyle şeyler ama ikinci baskıdan önce tekrar gözden geçirmişler, dolayısıyla ikinci baskı tertemizdir diye düşünüyorum. Minik minik şeyler gözüme takıldı hep kitapta. Wang Üç Cisim oynarken şöyle düşünüyor örneğin:
"Bir gezegenin yörüngesi ister yuvarlak ister elips olsun fark etmez, güneşin onun etrafındaki hareketi periyodik olmalıdır. Gezegen hareketlerinde toptan düzensizlik diye bir şey olamaz."
Sonra ben, koskoca bilim insanı neden gezegen merkezli bir bakış açısıyla fikir üretiyor acaba diye üzülüyorum. Etrafta dönenin yıldız değil gezegen olduğunu çok eskiden çözmüşlerdi oysa... Ya da kitabın geri kalanında tanrıdan eser yokken, bir akademisyen çıkıp "Tanrı, büyük patlama sırasında mikroskopik dünyayı sadece üç uzaysal boyut ve bir de zaman boyutuyla yaratmış," dediğinde canım sıkılıyor.

(Kitabın arka kapağında bahsedilmiş olsa da spoiler içeren bir noktaya değinmek üzereyim, dikkat!) Bir de iletişim mevzusu var, bilardo masasından sonra en çok bu noktada aklım kaldı. Rama'da Arthur C. Clarke uzaylılarla iletişim kurmak için matematiği kullanmıştı ve harika bir fikirdi. Bu kitapta ise, Dünya'dan gönderilen dört paragraflık bir metin (binary ile gönderildiğini varsaysak bile sözcüklere deşifre edilmesi gerekir) yeterli oluyor ve karşıdaki uzaylı bu mesajı çözüp anlamakla kalmıyor, o mesajda bulunmayan sözcükleri de kullanarak aynı dilde uzun bir cevap yazabiliyor. Nerede kaldı semantik? Nasıl oldu bu iş?

Kitabın işlediği fikir inanılmaz güzel, yazar epey de sürükleyici yazmış aslında, Ghost Ship'i anımsatıp ürperten bir bölüm bile var! Ama yukarıda anlattığım gibi aklıma takılan yerler var, bir de kitaptaki karakterleri sevemedim. Kitaptaki karakterlerden nefret de edemedim. Çünkü hepsi dümdüz. Birçok kurgu karakterin ölümüne dakikalarca ağlamış, bazı karakterlere nefretimden kitap sayfalarına homurdanıp car car etmiş, en sevdiklerim mutlu olunca kitabı bırakıp sırıtarak ortalıkta dolaşmış insanım; bu kitaptaki birçok karakterden hiçbiri için hiçbir şey hissedemedim. Belki bir tek başkomiser Shi Qiang hariç. Kaba ve huysuz bir polis olarak ortaya çıktığı kitapta, çok yönlü bir kişilik gösteren, gerçek bir insan gibi konuşan tek karakter oldu. Sonuç olarak, bu kitabı önermeye elim varmıyor ama "okumayın" diye kestirip atabileceğim bir kitap da değil. Konu güzel, kurgu akıcı, güzelinden "hard" bilim kurgu arıyorsanız bu kitabı seversiniz diye düşünüyorum.

Aa, son olarak... Kitabı okurken isimler konusunda zorlandım, sonra bir rehber video buldum, Çince (Mandarin) konuşan bir hanım, yazarın ve kitaptaki belli başlı karakterlerin isimlerinin doğru telaffuzunu açıklıyor. Şurada.

3 Aralık 2016

Sakın Zarar Verme


Sakın Zarar Verme: Hayat, Ölüm ve Beyin Hikâyeleri - Do No Harm: Stories of Life, Death and Brain Surgery
Henry Marsh
Çeviren: Murat Karlıdağ
MonoKL Yayınları
Ekim 2016 (1. basım)
298 sayfa

Künyesinde bulunmaktan aşırı mutlu olduğum bir kitaptan bahsedeceğim size! Hem de editör sıfatıyla, hem de sevgili Yosun Erdemli'yle birlikte. Kitabın her satırını tekrar tekrar okudum; hem çevirmen, hem de Yosun benden önce harika bir iş çıkardıkları için ufak ufak düzeltmeler yaptım, bitti. Kitap hakkındaki yorumların bir kısmını da ben çevirmiş olabilirm. Öhöm... Fakat kapak, iç kapak, künye gibi kısımları ben de baskıdan sonra gördüm. Ben olsam kapağa direkt beyin fotoğrafı koymaya kalkardım, iyi ki o kısmı bana bırakmamışlar. Neyse... Efendim, kitabımız Henry Marsh isimli bir beyin cerrahının -ki alanında çok ünlüymüş, internette biraz bakınınca öğrendim- anılarından oluşuyor. Öğrenciliğinden uzmanlığına, çocuğunun ameliyatından annesinin ölümüne kadar hem kendini hem hastalarını yazmış Marsh. Bol bol tıp terimi kullanıyor ama bir yandan da öyle tatlı tatlı anlatıyor ki, okumak hiç zor değil.

Kitaptaki yirmi beş anı, adlarını bir tümörden, bir cerrahi müdahale yönteminden ya da bir hastalıktan alıyor. Böylece Pineositoma ile başlayan kitap Koroid pleksus papillomu, Astrositom, Oligodendrogliyom gibi tuhaf isimli öykülerle devam ediyor.
"Çoğu zaman beyni keserek içeri girmem gerekir ve bunu yapmaktan hiç hoşlanmam."
Beyin hakkında pek fazla şey bildiğim söylenemez. Sadece %10'unu kullandığımız iddiasının (ve bu bağlamda Lucy adlı berbat filmin) saçmalıktan ibaret olduğunu biliyorum, beynin denizanasından hallice bir jöle topağı olduğunu, farklı bölgelerinin farklı görevler üstlendiğini biliyorum. Hatta kendi beynimin şu yandaki görsele epey benzediğinden eminim. Benimkinde Monty Python yerine Doctor Who bölgesi var tabii. Evet, beyin hakkında bu kadarcık bilgim varken bu kitabı okudum, şimdi birazcık daha fazla bilgim var. Beyinde onlarca, yüzlerce farklı sorun çıkabileceğini, bu sorunların yıllarca gizli kalabileceğini, bazılarının tedavi edilemeyeceğini falan öğrendim. Bir süre, burnum kaşınsa "Beynime bir şey oldu! Ay tümör!" diyecek durumdaydım ama neyse ki kısa sürdü, kitabı bitirdikten sonra normale döndüm.
 "Doğrudan beynin merkezine, bizi uyanık ve hayatta tutan en hayati fonksiyonların tümünün bulunduğu gizli ve gizemli bölgeye bakıyorum. Hemen üzerimde, bir katedral tavanının büyük kemerlerine benzeyen derin damarlar var; içserebral venler, ileride bazal Rosenthal venleri ve sonrasında orta çizgide, mikroskobun ışığıyla parlayan lacivert renkli Galen'in Büyük Ven'i. Nörocerrahlarda hayranlık uyandıran anatomi işte budur."
Beyindeki bölgeleri, damarları, sinirleri ve adını hatırlamadığım diğer şeyleri görkemli bir sanat eserini tarif eder gibi anlatıyor, adamın mesleğini çok sevdiği belli, kıskandım neredeyse. Böyle damarlar, katedral kemerleri, beyin zarı falan derken bir yandan da işinin beyinle değil insanla ilgili kısmını anlatıyor.
Yavaşça ve ağzımdan kelimeleri zorla çıkararak, "Yeniden ameliyat edebilirim," dedim, "ancak bu sana fazladan bir, ya da en iyi ihtimalle iki ay kazandırır... Senin durumundaki insanları ameliyat ettim... Genellikle pişman oldum."
David de aynı yavaşlıkta konuşarak cevap verdi.
"Durumumun iyi gitmediğinin farkındayım. Ayarlamam gereken bazı şeyler vardı... ama şimdi... hepsini hallettim..."
Kötü haber verirken mümkün olduğunca az konuşmanın en iyisi olduğunu yıllar içinde öğrendim. Bu konuşmalar doğası gereği yavaş ve acı vericidir, bu üzücü sessizliği bozmak için durmadan konuşma isteğimi bastırmak zorunda kalırım.
İşte böyle bir kitap. Bana 'editör' diyen ilk kitap olduğu için, kitaplığımda ve hafızamda hep kendi yeri olacak, hatta yıllar sonra dönüp "nasıl olmuş da bana sağlık kitabı emanet etmişler?" diye şaşırmaya devam edeceğim. Tamamen subjektif ve taraflı bir fikir sunduğumdan şüphelenmiyor değilim ama farklı bir şeyler okumak isterseniz, otobiyografik öykülerden oluşan bu kitabı rahatlıkla önerebilirim.

Aaa, bir de... Yüzüklerin Efendisi okumaya başladım, dev ciltte özel basım olanını. Tolkien okumama utancıyla daha fazla yaşayamam diye düşünüyorum, hiç olmazsa 2017'ye kendisiyle gireyim, değil mi? On yıllardır her türlü yorumu ve eleştirisi yapılmış bir seri hakkında yazı yazmaya kalkışmayacağım, o yüzden uzunca bir süre sessiz kalabilirim. Okuduğum ama yorum yazmaya üşendiğim 2-3 kitap var, onları yıl sonuna kadar yetiştirmeye çalışacağım, söz. :)

21 Kasım 2016

Doctor Who: Savaş Makineleri / TÜYAP özeti


Savaş Makineleri - Engines of War
George Mann 
Çeviren: Aslı Dağlı
İthaki Yayınları
Mayıs 2016 (1. Basım)
277 sayfa

Okuma hızımdaki düşüşü durdurmak için, keyifle okuyacağımdan emin olduğum bir kitap seçmek istedim ve elbette Savaş Doktoru’nun kitabını okumaya karar verdim. Böylece İthaki’nin Doctor Who kitaplarından okumadığım sadece Dehşet Ağı kaldı, onu da okumaya cesaret edemiyorum çünkü kitabı açınca içinden örümcekler fırlayacakmış gibi geliyor. Kitabın içinden örümcekler ve örümcek ağları fırlamasını istemiyorum. Savaş Doktoru iyi, güzel, örümceksiz. Dalekli ama örümceksiz.

Christopher Eccleston, Doctor Who’nun 50. yıl özel bölümünde rol almayı reddedince (hâlâ büyük bir hayal kırıklığıdır benim için, ama Moffat’la çalışmak istememesini de anlıyorum tabii,) Eccleston’un yerini alan John Hurt’ün canlandırdığı Savaş Doktoru ile tanıştık. Bu kitapta da, bir tek bölümcük izleyebildiğimiz Savaş Doktoru’nun, Büyük Zaman Savaşı sırasındaki maceralarından birini okuyoruz.

Olaylar Moldox gezegeninde başlıyor; Tantalus Spirali adlı sarmal galakside, insan kolonilerinin yerleştiği onlarca gezegenden biri ve şu anda Dalek istilası altında. Gezegendeki insanların çoğu Daleklerin elinde ölmüş, bir kısmı Dalek kamplarında tutuluyor ve ölümden beter dertleri var, çok az insan ise gizli kamplarda yaşayıp Daleklere karşı savaşıyorlar. Bu direnişçilerden biri olan Cinder, bir arkadaşıyla beraber Dalek devriyelerine tuzak kurmuş, gelmelerini bekliyor. Dalekler geliyor ama Cinder’ın arkadaşı ölüyor, aslında varlığı tamamen siliniyor, aynen Beşinci Sezon’da Rory’ye olduğu gibi. Dalekler zamansal radyasyonu kontrol etmeyi başarmışlar ve insanların ya da Zaman Lordlarının ya da bütün bir gezegenin varlığını silebilecek bir teknoloji geliştiriyorlar. Bu sırada Doktor da Moldox’a, Cinder’ın yakınında bir yere TARDIS’le iniyor, daha doğrusu çarpıyor ve yolun bundan sonrasına beraber devam ediyorlar.

Kitabın devamını pek fazla anlatmasam daha iyi olacak, aksiyon dolu ve heyecanlı bir Doctor Who bölümü gibi işte. Üstelik Gallifrey’e de gidiyoruz, Rassilon’la ve Yüksek Konsey üyeleriyle tek tek tanışıyoruz, Doktor birçok insanı çok sinirlendiriyor, Cinder başını belaya sokuyor ama Doktor’a faydalı da oluyor…
“Bunun gibi zamanlarda,” dedi Doktor, “en iyi yolun, ön kapıyı kullanmak olduğunu düşünüyorum.”
“Ön kapı mı? Cidden oraya kadar yürüyüp kapının kolunu zorlamayacaksın, değil mi?” dedi Cinder. Adamın naif mi, özgüvenli mi yoksa tehlike arz edecek kadar pervasız mı olduğuna karar veremiyordu. Ayrıca Dalek uzay araçlarının kapısı olup olmadığından da emin değildi.
“Kesinlikle,” diye yanıtladı Doktor. “Genellikle işimi görür.” Kubbeye doğru hızlı adımlarla yürümeye koyuldu.
Savaş Doktoru’nu çok kısa gördüğümüz için (çizgi romanlarını da okumadım ben) yeni maceralarına hep açığım. Bu kitap da hem bunun için, hem de Doktor’un Zaman Savaşı sırasında neler karıştırdığını anlatıp The Day of the Doctor’a giden yolu aydınlattığı için gayet iyi geldi. Anlatım güzel, Aslı Dağlı’nın çevirisi çok güzel, ufacık minicik yazım hataları var ama o kadar kusur bende de var zaten, kadı kızı kimmiş! Kısaca, Doctor Who izliyor ve seviyorsanız bu kitabı da keyifle okursunuz diye düşünüyorum.
***


Bu arada bir de TÜYAP Kitap Fuarı'na gittim. Şöyle dolu dolu, bilgilendirici, eğlendirici ve şahane bir blog yazısı yazmak isterdim ama yazamıyorum, çünkü fuar alanına yaklaşık iki saatte ulaştıktan sonra, içeride yarım saat geçirdik ve koşarak uzaklaştık. Yarım saat içinde on beş kitap toplayıp çıkmak ise kişisel başarım oldu!

Fuara cumartesi (ayın 19'unda) gittim, bu arada Eskişehir'de olan ve telefonla konuştuğum herkes "HABERLERDE GÖSTERDİLER O NASIL KALABALIK, SEN ORAYA NASIL GİRDİN?" dedi bana, çünkü normal şartlar altında, kalabalık yüzünden bizim semt pazarına bile girmeyi reddediyorum. Bütün nazımı çekip beni fuara götüren Volkan'ın koluna, annesini kaybetmekten korkan bir çocuk gibi yapıştım, böylece o kalabalığa girebildim. Dolayısıyla sakin sakin her yeri gezmek söz konusu bile değildi; hızlıca bir MonoKL, İthaki, DeliDolu turu yaptık, Metis'e, *Sel'e, YKY'ye hafifçe yaklaştık. YKY'den Lanetli Çocuk'u alacaktım ama kasa sırası var diye vazgeçtim. Sahafların bulunduğu yere hiç girmedik çünkü orada bütün irademi tüketecektim ve gece yarılarına kadar kimse beni oradan çıkaramazdı.

İthaki'den Bilimkurgu Klasikleri eksiklerimi tamamladım, şahane oldu. Ruhlar Kütüphanesi annemin siparişi, ben hâlâ Gölge Şehir'i okumadım ama o bitirdi, serinin sonunu bekliyordu heyecanla. Bir de Bioshock Rapture Şehri aldık, o Volkan'ın. Fakat bütün o kalabalık, sıcak ve uğultu beynimi tamamen durdurduğu için, Murat Dural'ın Kibrit Ev'ini ve Ann Leckie'nin Kudret'ini almayı unuttum! Liste yapmayınca böyle oluyor işte. Alican ve Ömer şahane indirim yaptılar, İthaki'den hoplaya zıplaya ayrıldım.

MonoKL'dan Çocukluk Adası'nı aldım, yanında Sabahtan Akşama, Öyle Şeyler ki ve Büyük Tanrı Pan hediye ettiler. Çünkü beni çok seviyorlar. <3

DeliDolu'dan Diskdünya eksiklerimi tamamlamak istedim, sadece Piramitler eksikmiş bende, onu aldım; bir de orada sohbet ettiğimiz çok sevimli adamın önerisiyle Saunders'in İkna Ulusu'nu aldım. Bir tomar ayraç ve kartpostalı da paketime eklediler, sonra fuar kalabalığından koşarak uzaklaştık. Öyle bir koşarak uzaklaştık ki, TÜYAP girişinde selfie çekmeyi bile akıl edemedim, bir ben eksik kaldım. :(

Fuarı bahane edip 3-4 gün İstanbul'da gezmek çok keyifli oldu fakat en önemlisi, Suat bana ASİMOV KAFASI YAPTI! (Nasıl?!) Kitaplığımda bir Asimov büstü var artık, bütün kitaplığı baştan toparlama vakti de geldiği için yakın zamanda Asimov'un boy boy fotoğraflarıyla süsleyeceğim bir "kitaplık düzenleme sanatı" yazısı yazabilirim sanırım. O zamana kadar, Isaac Kadıköy'de isimli çalışmamı paylaşıp sessizce uzaklaşıyorum ben.

12 Kasım 2016

Kayıp Kuşak


Kayıp Kuşak – Generation Loss
Elizabeth Hand
Çeviren: Efsun Ecem Üçkardeş
Altıkırkbeş Yayın
Ekim 2016 (1. basım)
344 sayfa

Kitabın arka kapağında şöyle diyor:
New York Polisinden Iggy Pop konserine, CBGB’nin ucube punklarından B-Filmlerine, fanzinlere, keçileri kaçırmış fotoğrafçılara kısacası geçmişe dair özlediğiniz ne varsa içinde bulabileceğiniz bu sıcacık roman, sizi çok farklı diyarlara götürecek.
Yani en yakındaki bara…
Arka kapak yazısını yazan kişiyle benim “sıcacık roman” anlayışlarımız çok farklı. Kayıp Kuşak’ı birçok sıfatla anlatabilirim ama hiçbiri “sıcacık” olmaz, aksine bence buz gibi soğuk bir roman bu. Ama çekici bir soğuk. Tuhaf.

1975 yılında liseden mezun olan ve New York’a yerleşen, üniversiteye başlasa da derslere gitmek yerine alkolle ve çeşit çeşit uyuşturucuyla, karmaşık ilişkilerle dolu bir dünyaya dalan fotoğrafçı Cassandra Neary, romanın esas karakteri. Punk’ın en hareketli zamanında yaşamış, Ölü Kızlar adlı fotoğraf sergisiyle New York’un sanat dünyasında ünlü olmuş ama bu ilk sergisinin başarısını asla tekrar yakalayamamış. Yaşı 50’ye yaklaşmış, hâlâ uyuşturucu bağımlısı ve artık bir kitapçının deposunda çalışıyor. Bir gün, bir arkadaşı diyor ki, ‘sana uygun bir iş var, bir müzik dergisi için gidip Aphrodite Kamestos’la röportaj yapar mısın?’ Kamestos 70 yaşlarında bir kadın, gençliğinde çok başarılı bir fotoğrafçıyken yaşlandıkça paranoyaklaşmış, çalışmalarını yayımlamayı bırakmış ve gidip Maine’deki küçük bir adaya yerleşmiş.

Cass’in gençliğini kısaca anlatarak başlayan roman, Maine’de bir otele, oradan Paswegas Adaları’na doğru, kiralık bir arabanın içinde, ilerliyor. Cass yolculuk boyunca tuhaf insanlarla tanışıyor ve ülkenin bu bölgesinde ne kadar çok kayıp ilanı olduğunu görüp şaşırıyor.
“Şu herif,” dedim, birkaç adım atıp solmuş kâğıtlardan birini aldım. “Martin Graves. Bunlardan her yerde görüyorum. Olayı ne bunun?”

Başımı yana çevirdim, nemden ve yıpranmışlıktan buruşmuş başka bir ilan kâğıdı daha gördüm. “Abi, hepsinin olayı ne?”

İkinci ilanı elimle düzleştirdim. Bu seferki, solgun yazılar arasındaki fotoğrafında saçı ve suratı çamur rengine açılmış, gülümseyen bir genç kızın renkli fotokopisiydi.

“Heather Pollitt,” diye okudum. “Ona ne oldu?”
Çeşit çeşit sıkıntıyla adaya ulaşan Cass, Aphrodite’in evini buluyor ve kadının bu röportaj hakkında hiçbir bilgisi olmadığını, yıllardır röportaj vermeyi reddettiğini öğreniyor. Yine de, Aphrodite’in eserlerini çok seven ve röportajı tamamlamak isteyen Cass oradan ayrılmıyor ve dergiye sunacak bir şeyler çıkarabileceğini umuyor.
En şahaneleri manzara fotoğraflarıydı. Adalar, dağlar; olanaksız bir güzelliği detaylandıran yoğun maviler, eflatunlar, morlar… Magritte’in elinden çıkmış bir manzara resmine benzeyen, aralıklı takımadalar: Tarifi ve telafisi zor. O yerlerin gerçek olmasını aklıma hayalime sığdıramıyordum.
Cass adada çeşit çeşit insanla tanışıyor, Aphrodite’in geçmişine ait bazı sırları öğreniyor ve roman ilerledikçe atmosfer karanlıklaşıyor. Bu karanlık kısımları anlatmayacağım, çok heyecanlı! Yalnız şunu söylemem lazım, uyuşturucu bağımlısı bir fotoğrafçıyla başlayan roman neredeyse bir polisiyeye dönüşüyor ve gerilim epey yükseliyor.

Kitapta karanlık oda ve analog fotoğrafla ilgili minik minik bölümler var, çok keyifle okudum bu bölümleri. Hatta karanlık oda hasretim depreşti, girsem de filmlerle, kâğıtlarla, kimyasallarla oynasam istedim. Kitabın çevirisi mükemmel diyemem ama kötü değil, düzeltmesini de Denizciğim ve ben beraber yaptık, fena bir iş çıkarmadık sanırım. ^_^ (Bu da, kitaptaki olası yazım hatalarından ben sorumluyum demek oluyor, olmasınlar diye uğraştım ama emin olmak çok zor.) Neyse, ben severek okudum ama künyesinde adım yazan bir kitap hakkında objektif olabildiğimden emin değilim.

1 Kasım 2016

Çelik Mağaralar (Baskan #6) - Ölü Gezegen




Çelik Mağaralar – The Caves of Steel
Isaac Asimov
Çeviren: Aslı Kayabal
Baskan Yayınları
Kurgu-Bilim Dizisi 6
1983
238 sayfa

Ölü Gezegen – The Caves of Steel
Isaac Asimov
Çeviren: Gönül Suveren
Altın Kitaplar Yayınevi
Şubat 1984 (1. Basım)
336 sayfa

Baskan Kurgu-Bilim Dizisi’ni tek tek okurken sıra Çelik Mağaralar’a gelince şaşırdım. Kitabı okuduğuma emin olmama rağmen bu baskısı yabancı geliyordu. Sonra meseleyi çözdüm, yıllar önce (blogu açmadan çok önce) Altın Kitaplar’dan Ölü Gezegen adıyla çıkan baskıyı okumuşum meğer.  (Ölü Gezegen ismini nereden uydurmuşlar, o kapak resminin ne ilgisi var şimdi gibi sorular sormayın, ben sordum bir sonuca varamadım.) Durumu çözdükten sonra, okuduysam bile hatırlamıyorum diyerek Baskan çevirisini okumaya başladım. Sonra kitap bitti ve haftalardır masamda bir kenarda, boynu bükük bekliyor. Setenay işini gücünü bitirecek, gezmeyi bırakıp eve dönecek de beni yazacak… Bu aralar çok çalıştım ve birazcık da (şöyle, Eskişehir’den Elazığ’a kadar) gezdim. E, sonra tabii sonbahar depresyonu, “biri benim pause düğmemi basılı unutmuş galiba” hissi var. Çelik Mağaralar’a ancak sıra geldi.

Yukarıya her iki baskının da künyesini ekledim ama esas olarak Baskan Yayınları’ndan çıkan kitabı değerlendiriyorum, çeviriyi karşılaştıracak kadar detay kalmamış aklımda, o topa hiç girmeyeceğim.

Çelik Mağaralar, Asimov’un Robot dizisinin ilk kitabı. Buradan koskoca bir Robot ve Vakıf evreni doğuyor, büyüyor, aklımızı başımızdan alıyor. Bu evrenin en önemli karakterlerinden olan R. Daneel Olivaw’la da bu kitapta tanışıyoruz. Fakat karakterlere girmeden önce baştan başlayayım. Çelik Mağaralar, bilim kurgu ile polisiyenin kesişim kümesinde yer alıyor. Asimov’un gelecek kuramları, imkânsız bir cinayetle birleşiyor ve ortaya (evet bütün Asimov kitaplarına bunu söylüyorum) harika bir roman çıkıyor.

İnsanlar elli ayrı gezegene dağılmışlar ve bu gezegenler teknoloji bakımından çok üstünler, özellikle robotlar konusunda Dünya’dan çok daha ilerideler. Dünya’da kalanlar ise devasa kubbelerin altında, kapalı habitatlarda yaşayan, açık havadan korkan bir topluma dönüşmüşler; kubbelerin (yani şehirlerin) dışında kalan arazilerde robotlar tarım yapıyor, böylece şehirlere gıda desteği sağlanıyor. Dünya’da robotlar var, ama insanlar bu robotlardan korkuyor ve şehir içinde, yanlarında çalıştırmak yerine mümkün olduğunca gözden uzakta olmalarını tercih ediyorlar. Dünya’da, New York’un yakınlarında bir de Uzaycıların (ya da Dış Dünyalı) şehri olan Spacetown var; diğer gezegenlerde doğup Dünya’da yaşayan insanların olduğu bu şehir dışarıya kapalı çünkü bu insanlar Dünya mikroplarına, virüslerine yabancılar ve basit bir grip virüsü yüzünden ölmekten korkuyorlar. Dünyalılar da bu yabancılara çok meraklıydı zaten! Hıh! Ehe, yok, gerçekten, Dünya’nın diğer gezegenlerle ilişkisi epey gerilimli ve insanlarda Uzaycılara ve robotlarına karşı büyük bir önyargı var.

Gezegenimizde ortam böyleyken, New York Başkomiseri Julius Enderby’nin bürosunda buluyoruz kendimizi. Emniyetin becerikli dedektifi Elijah Baley, Enderby’nin ofisine çağrılıyor; huzursuzluktan eli ayağı ayrı oynayan Enderby, Spacetown’da bir cinayet işlendiğini, bir Uzaycının öldüğünü söylüyor. Baley’nin, olay bir diplomatik krize dönüşmeden önce cinayeti çözmesi ve bu sırada Spacetown’dan bir yardımcıyla birlikte çalışması gerekiyor.

Elijah Baley yaşadığı dünyadan memnun, bir insanın neden başka bir gezegene gitmek isteyeceğini asla kavrayamayan, robotların insanlar için büyük bir tehdit olduğunu düşünen, gelenekçi fakat çok zeki ve başarılı bir polis. Yaşadığı toplumdaki neredeyse herkes gibi, yaşadığı kubbenin dışından, açık havadan korkuyor. Seviye atlayıp toplumsal ayrıcalıklar kazanmak ve ailesini rahat yaşatmak dışında bir hayali yok. Bu sıra dışı cinayeti beraber çözmesi gereken R. Daneel Olivaw ise benim kurgu dünyasında en sevdiğim karakterlerden biri! Karizmatik, güçlü, çok zeki, çok sakin, çok bilgili, çok yakışıklı ve bir robot! Pozitronik beyni ve gerçek bir insandan ayırt edilemeyen dış kaplaması ile, robot teknolojisinin en başarılı örneği.

Bu ikili birlikte çalışıp cinayeti çözmeye çalışırken Baley bir robotla çalışmayı öğreniyor, robotlara karşı olan önyargısını kırıyor; böylece Asimov kurguladığı toplumu ve robotları bize ince ince anlatabiliyor. Ve ben, her zamanki gibi, kitap hakkında o kadar çok şey anlatmak istiyorum ki hiçbir şey anlatamıyorum. Asimov’un gelecek öngörüleri, gelişmiş yapay zekâyla karşılaşan bir toplumun sosyolojisi, robot yasaları, azalan hammaddelerin paylaşımı ve sınıflarından kurtulamayan insanlar. Neresinden başlayıp nasıl anlatayım bilmiyorum. Günlerdir bu yazıyı tamamlamaya çalışıyorum, ilerlemiyor bir türlü, artık sıkıldım! Yazamadıkça kendimden şüphelenmeye başlıyorum, benim fikrim yok mu, olan fikirlerimi niye anlatamıyorum aslında çok da iyi fikirlerim var bu kitap hakkında diye. Amaan…

Asimov kitapları piyasada rahat rahat bulunabilseydi, okumaya bu kitapla başlayın derdim. Buradan diğer robot öykülerine ve sonra Vakıf serisine geçmenizi önerirdim. Fakat bu kitaplar bir türlü bulunamıyor! Bu arada Sonsuzluğun Sonu var, Vakıf evrenine geçmeden önce rahatlıkla okuyabilirsiniz. Bir de, İthaki birkaç gün önce minik bir teaser fotoğraf yayımladı, Bilimkurgu Klasikleri serisine bir Asimov kitabı ekleniyor. O kadar yalvardım ama hangi kitap olduğunu söylemediler, merakla bekliyorum.

Bir dahaki kitap yazısını bu kadar geciktirmeyeceğimi umarak bu yazıyı burada bitiriyorum, yoksa hiç bitmeyecek, hayatımın sonuna kadar Çelik Mağaralar hakkında yazmaya çalışmaya devam edeceğim. Bitti. Bu kadar.