22 Mayıs 2014

Dumas Kulübü


Dumas Kulübü ya da Richelieu'nün Gölgesi - El club Dumas o La sombra de Richelieu
Arturo Pérez-Reverte
Desenler: Francisco Solé
Çeviren: Peral Bayaz Charum
İletişim Yayınları
1998 (1. basım)
447 sayfa

* Okuma Şenliği için sinemaya uyarlanmış bir kitap.

Bana öyle geliyor ki, hevesle başladığım bu şenliği bitiremeyeceğim. Geçen hafta Soma'da yaşanan felaketin yansımaları bir yandan, kişisel ve ailesel sorunlar diğer yandan beynimi sıkıştırıp işlevsizliğe, odaklanma problemlerine yol açarken Dumas Kulübü'nü ancak 11 günde bitirebilmişim. Kafamı toparlayıp doğru düzgün okuyamadığım gibi, Soma hakkında iki satır yazmaya da elim varmadı. Kitaplardan bahsetmek kolay; üzüntümü, hiddetimi sözcüklere çevirmeyi beceremiyorum, ne yazsam samimiyetsiz geliyor. O yüzden affınıza ve kitaplarıma sığınarak Dumas Kulübü'nü anlatacağım.

Blogdaki yazılarımda zaman zaman bahsettiğim kitapçım Faruk Bey, çok ilginç bir insan. Dumas Kulübü'nü benim gibi sürekli müşterilerinden birine satmış. Bir süre sonra, "Ben daha okuyamadım onu, okumak da istiyordum." diye müşterisinden ödünç almış, kitabı çok beğenmiş ve benim de çok seveceğimi ve mutlaka okumam gerektiğini düşündüğü için gerçek sahibine iade etmeden önce bana verdi kitabı. Emanet kitabın ağırlığı ve çabucak okuyup geri götüreyim düşüncesiyle çantama attığım kitabı, umduğumdan çok daha uzun süre alıkoydum ama sonunda bitirdim! Şenlik koşulları gereği film uyarlamasını da (The Ninth Gate) izleyeceğim birkaç gün içinde, ama filmden bahsetmeyi düşünmediğim için, filmi izlemeden önce kitapla ilgili yorumumu yazmak istedim.

Dumas Kulübü, müşterileri için nadir kitapları, el yazmalarını arayıp bulan; bir nevi kitap dedektifliği yapan Lucas Corso'nun hikayesini anlatıyor. Ben de bu yüzden -hiç utanmadan- konu etiketlerine polisiye sözcüğünü de ekledim. Çünkü kitap boyunca süregiden bir gizem ve bunu çözmeye çalışan Corso var elimizde; bundan âlâ polisiye mi olur?

Önce, Üç Silahşörler'in bir bölümü olan Anjou Şarabı'nın el yazması taslakları çıkıyor Corso'nun karşısına ve bir müşterisi bu taslakların otantik olup olmadığını doğrulamasını istiyor. Corso bununla ilgilenirken Varo Borja adında zengin bir koleksiyoncu, Karanlıklar Ülkesinin Dokuz Kapısı adlı Latince bir kitap ile birlikte ortaya çıkıyor. Söylentiye göre bu kitabın yazarı engizisyonda yargılanmış ve yakılarak öldürülmüş; çünkü Dokuz Kapı'nın sırrını çözen kişi şeytanla konuşabiliyormuş. Eski kayıtlara göre bu kitaptan sadece bir tane bulunması gerekirken, kitabın bilinen üç kopyası var ve Borja, Corso'dan hangi kopyanın orijinal olduğunu bulmasını istiyor.

Böylece bir tarafta Üç Silahşörler ve Dumas'nın, diğer tarafta okült öğretiler ve şeytanın peşinden koşan Corso Madrid'ten Sintra'ya, Paris'ten Toledo'ya uzanan bir kargaşanın içinde buluyor kendini. Olayların kendi kontrolünde ilerlemediğini fark ettiğinde ise, durumu bir kitap okur gibi dışarıdan gözlemleyip uygun karakterlere bürünüyor, okuduğu kitabın içinde yer alan bir kişi gibi davranıyor. Tuhaftır, olaylara dahil olan insanlar da birer kitap kahramanı olmak konusunda çok hevesli! Üç Silahşörler'deki karakterlere benzeyen insanlar, kendisini Irene Adler olarak tanıtan bir genç kız, antikacılar, şeytanı arayanlar... Kitapta çok fazla yan karakter var fakat bu (ara sıra "bu kimdi yahu?" desem de) gereksiz bir kalabalık yaratmıyor. Üstelik, tuhaf takıntılara sahip olsalar da, bazıları yalnızca nesne olarak değer verse de, kitap seven insanlarla dolu bu roman. Örneğin, Varo Borja:
"Kitapseverlik aynen bir dini kabul etmek gibidir, bir kere başladınız mı bütün bir ömür boyu sürer." ya da "Bir kitapsever kitaplara dokunmasından belli olur."
gibi cümleler kuruyor; "ayyy evet!" diye seviniyorum ben de okurken. Kitapseverleri böyle süslü cümlelerle anlatsa da, yazar kitap sevgisini yüceltme hatasına düşmemiş. Bu kitaptaki kitapseverler birer aziz değil, kitap sevgileri sayesinde üstinsan seviyesine erişmiş değiller. Bir kadın, Corso'ya şöyle diyebiliyor:
"Oysa senin kitapların bencil. Yalnızlık dolu. Kimileri okumadan yırtılıyorlar. Yalnızca kitaplara ilgi duyan birinin kimseye ihtiyacı olmaz, bu da beni ürkütüyor."
Eski kitaplarla, antikacılarla dolu olan roman, uzak geçmişte yaşanmamasına rağmen (ve tüm bilgisayarlara, telefonlara, fotoğraf makinelerine rağmen) sanki siyah beyaz, birkaç yüzyıl öncesine ait bir atmosferde geçiyor; sanki 1990'larda değil de, Karanlık Çağ'dan birkaç yıl sonra yaşanıyor her şey. Şeytanı çağıran kitabın arkasından koştururken okült öğreti ile ilgili tartışmalar yaşanıyor bir anda. Demonoloji ve cinbilim araştırmaları yapan bir vakfın yöneticisi olan Barones Ungern, şeytanı anlatıyor:
"Şeytanı konu alan bilimler Lucifer'i bilgelikle eş tutarlar. Yaratılış'ta, yılan kılığındaki şeytan kendine yabancılaşmış insanın aptallığından kurtulup bilinç ve istenç kazanmasına, usuna sahip çıkmasını sağlayan yaratıktır... Bilinçlenme ve özgürlüğün beraberinde getirdiği tüm acılarla birlikte."
(Cümledeki anlatım bozukluğunun farkındayım, kitaptan aynen aktardım.)
Anlatım bozukluğundan bahsetmişken, İspanyolcadan tercüme edilen bu kitabın çevirisinin çok başarılı olmadığını düşünüyorum. Başı ile sonu birbirini tutmayan cümleler var, bazı diyaloglarda kimin ne söylediğini anlamak zor, bol bol "aşağıdakilerin hangisinde anlatım bozukluğu vardır?" sorusuna cevap olacak cümleler var ve benim kadar takıntılıysanız, bütün bunlar okuma keyfini azaltıyor. Hatta, daha kitabın başlarında görüp "yok artık!" dediğim cümleyi de paylaşayım:
"Makarova'nın karşı sekse duyduğu nefretten kurtulan tek erkek Corso'ydu."
Makarova eşcinsel bir kadın ve evet, karşı seksten nefret ediyor, karşı cinsten değil. Sonra bana takıntılı diyorlar, TDK diyorlar. Yine de, kitabın çok keyifli olduğunu tekrar söylemeliyim. Üç Silahşörler'i okumuş olsaydım çok daha keyifli olacağına da eminim. Finalde el yazmalarına ne oluyor, şeytanı buluyorlar mı gibi birtakım soruları ise cevapsız bırakacağım. Alın, okuyun. Olmazsa filmini izlersiniz. Ben henüz izlemedim ama finali değiştirmemiş olduklarını umuyorum.
"Şemalaşmış kalıplar üstünde ufak tefek oynamalar ve tekrarlar öyle eskilere dayanıyor ki Aristoteles bile Poetika'da bu konuya değinmiş. Ve aslına bakarsanız televizyon dizileri klasik tragedyanın veya romantik dramın, ya da Dumasvari bir romanın günümüze uydurulmuş, yeni bir evriminden başka nedir ki?.. Bu yüzden akıllı bir okur da bu tür yapıtlardan sonsuz zevk alabilir."

8 Mayıs 2014

Mutsuz Aşk Vardır


Mutsuz Aşk Vardır
Hazırlayan: Kadir Aydemir
Yitik Ülke Yayınları
Ocak 2014 (1. basım)
400 sayfa

Okuma Şenliği için bir öykü kitabı.

Romantizm deyince aklına Delacroix, Goya falan gelen bir insanım ben. Romantizm benim için bir sanat akımıyken, üstelik çok sevdiğim bir akım bile değilken, böyle aşk dolu, mutsuzluk dolu bir kitabı neden okuduğumu pek bilmiyorum. Bazen olur böyle; çok üzücü, çok ağlatacak filmler izlemek isterim, buram buram dram olsun ortalık, ağlamaktan gözlerim şişsin, bir ferahlayayım isterim. Ama pek olmuyor... En son bu isteğe kapıldığımda bana önerilen ("Çok ağlayacaksın!") filmi boş gözlerle izleyip "Eee? Çok mu duygusal şimdi bu?" diye sorduğumda kendimden biraz şüphelenmiştim. Bu kitabı okuyup bitirince şüphelerim arttı, "Al sana duygu! His! Üzüntü! Çok acı!" diye sunulan hislerden hiçbir şey anlamıyorum sanırım. Kitapların ve filmlerin çok anlamsız sahnelerinde hislenip üzülebiliyorum fakat duygusallık, romantizm, aşk acısı gözüme gözüme sokulursa yabancılaşıyorum galiba. Üstü kapalı, ince ince sunulan romantizm daha iyi değil mi?

Yitik Ülke'nin genç yazarların kitaplarını yayımlamasını, kitaplarının yanında tohum hediye etmek gibi güzellikler yapmasını, suluboya kapaklarını çok seviyorum. Yitik Ülke tarafından yayımlanan ve okuduğum iki roman da çok keyifliydi. Fakat bu kocaman öykü derlemesini sevemedim. Kitapta 133 yazardan 133 öykü var; bazı öyküler iyi, bazı öyküler pek iyi değil, bazı öykülerde (boşluk doldurmaya çalışan köşe yazarları gibi) her cümle üç nokta ile bitiyor. Üç nokta adlı güzide noktalama işaretinin cümlelere duygusallık kattığı fikrini kim uydurdu, hangi noktadan sonra bu kadar yaygınlaştı bilmiyorum ama o insana karşı kin doluyum. Bütün bir metinde her cümle üç nokta ile bitince okuyamıyorum çünkü ben o yazıyı... Dikkatim dağılıyor... Neden böyle yapmış ki diye derin düşüncelere dalıyorum... Gözlerim ufka dalıyor... Gün batıyor kızıl harelerle... Sen yoksun... Kara bir kedi geçiyor kaldırımdan, irkiliyorum... Sonra, sonra konu dağılıyor... "Ben ne anlatıyordum yahu?" diye soruyorum kendi kendime... Toparlamaya çalışıyorum... Fakat artık hisli şarkıcılar gibi bakıyorum ekrana... Ehm... Özür dilerim!

Kitaptaki öyküler aşk kavramını derinlemesine inceleme iddiasında değil, bir kişiye hissedilen aşk ve (adı üzerinde) mutsuz aşk hikayeleri var. Birçoğu genç yazarların kaleminden çıkan öykülerin hepsini beğendiğimi söyleyemem elbette. Birkaç öyküyü sevdim, bazılarını sevmedim; bazı öykülerde yazarın "vurucu" cümlelerinden çok, arada öylesine geçen birkaç cümleyi sevdim. Bir kitabın arasından düşüp kaybolan fotoğrafa üzüldüm, "Ne güzel konuşuyordu. Ben de onu ne güzel dinliyordum." cümlelerine bayıldım; bir de, "Yalnız da değilim. Her yanımda kitaplar var." diyen yazarı çok sevdim! Diğer yandan ise, az önce (biraz kendimi kaptırarak) belirttiğim gibi, üç noktalarla dolu paragraflardan rahatsız oldum, "Lanet olsun!" diye acısını haykıran bir adama üzülemedim ama epey güldüm; ıssız adamlara, ıssız krallara, "duyumsanan hisler"e boş boş baktım.

Sonuç olarak, Mutsuz Aşk Vardır benim çok severek okuduğum bir kitap olmadı. Türü sevenlere çok daha fazla keyif verecektir eminim, ama ben bilim kurgudan devam etsem daha iyi olacak.