31 Aralık 2014

(z raporu)


Birkaç senedir yeni yılı kutlamıyorum. Gerçi doğum günü, bayram gibi günleri de kutlamıyorum fakat ülkemizde yeni yıl endüstrileşmesinin gittiği yeri hayretle izlerken, yeni yıl kutlamalarını özellikle sevmez oldum. Noel gecesi ile yılbaşı gecesinin harmanlanmasından doğan tuhaf kombinasyonu bağıra bağıra pazarlayan markalar, katlanılamaz bir kalabalık içinde eğlenmemiz beklenen fazla gürültülü mekanlar, hediye çekilişleri -ki buna secret santa deniyor İngilizce konuşulan ülkelerde,- "aaa siz yılbaşında noel ağacı süslemiyor musunuz?" tuhaflığı falan derken ortaya çıkan şeyi yadırgıyorum. Ev partisi gibi şeyleri de sevmediğim ve kendimi öyle bir yerde bulursam kaçma bahaneleri aradığım için herhangi bir kutlama, plan, program, eğlence gibi şeyler yapmıyorum. Dolayısıyla, hemen hemen her akşam olduğu gibi bilgisayarımın başında oturup vakit öldürürken hiç olmazsa bloga bir yazı yazayım, geçen yıl neler okumuşum, hangi kitapları çok sevmişim bir toparlayayım dedim.

Vikitap'taki listeme göre, bu yıl için hedefim olan 60 kitaptan 42 tanesini okuyabilmişim, böylece nihai sorunun cevabını kitaplarda bulmuşum! Bu kitapların 38 tanesi ile ilgili yorum yazıp burada yayımlamışım, geri kalan 4 kitap da muhtemelen okul için okuduğum akademik kitaplardır. Yoksa neden yorum yazmayayım ki? Değil mi? Yılın son iki ayına kadar epey iyi bir düzenle okudum aslında, her ay hiç olmazsa üç (çoğunlukla dört) kitap okuyup Şubat'ta altı kitaba kadar çıkmışım. Tekrar öğrenciliğe dönüp, yüksek lisans eğitiminin tahminimden çok daha fazla zaman aldığını fark ettiğim Kasım ve Aralık aylarında ise durumum içler acısı. Normal koşullarda 3-4 günde bitireceğim Siberya'yı iki aydır bitiremedim.

Bu yıl okuduğum kitaplara şöyle bir baktım, içlerinden en sevdiğimi seçmek için çok fazla düşünmem gerekmedi. Monokl'un Mart ayında yayımladığı Silo, yıl boyunca her önüme gelene tavsiye ettiğim, zorla okutmaya çalıştığım ve devamının çıkması için hâlâ günleri saydığım roman olarak, bu yıl okuduğum en iyi kitap unvanını kazandı. (İyi haber: Serinin ikinci kitabı tahminen iki ay içinde piyasaya çıkmış olacak. Değil mi, sayın Tatari?)

Bu yıl okuyup çok etkilendiğim ya da çok eğlendiğim başka kitaplar da var elbette. Atwood'la ilk buluşmam olan Damızlık Kızın Öyküsü, korkunç çevirisine rağmen bayıldığım Yaylı Bacak Jack, yine Mart ayında ilk kez yayımlanan (ne güzel bir ay olmuş bu Mart.) Doctor Who Shada, okurken gülme krizlerine girdiğim Kıyamet Gösterisi ve İngilizcemi zorlasa da beni çok güldüren Azazel bu yıl okuyup çok sevdiğim kitaplar oldu. Beni en çok zorlayan ise, kesinlikle Kozmik Üçleme. Şu üç kitabı bitirene kadar acı çektim, ama bittiler.

Pınar'ın yaz okuma şenliğine katılıp tamamlayamadım (ama çok keyif aldım) güz ve kış şenlikleri için ise baştan pes ettim, hiç katılmadım. Keyif için okumaya ayırabildiğim süre iyice azalmışken, bir okuma listesi yapıp onu takip etme fikri pek çekici gelmiyor; bir taraftan (aklımı dağıtmak için) kolay okunan kitaplara yönelmek istiyorum, diğer yanda ise okumayı çok istediğim ve çok merak ettiğim kitaplar birikiyor; dolayısıyla planlı okumalar yapmak zorlaştı.

2014 okumalarımın özeti bu kadar. 2015 için de bazı hedeflerim var. Öncelikli hedefim, bu sefer Vikitap'ta bir okuma hedefi koymamak! Tutturamayınca canım sıkılıyor. İkinci hedefim ise "şu kitap bitince de bunu okuyayım" dediğim her kitabı üst üste yığarak oluşturduğum ve kontrolsüzce yükselen kuleyi biraz eritmek. Yanda gördüğünüz yığın şimdilik 19 kitaptan oluşuyor ama, "biraz eritmek" diyebiliyorum çünkü son iki ayda sergilediğim içler acısı okuma performansı beni korkutuyor. Kısa zamanda dengeyi tutturup biraz hızlanırım diye umuyorum ama bu kuleye sürekli eklemeler yaptığım için, yakın gelecekte tamamen tüketmemin mümkün olacağını hiç zannetmiyorum. Örneğin, Silo'nun devamı olan Shift (Yayınevi kitabın ismini nasıl çevirecek bilemediğimden orijinalini yazdım.) elime geçtiği anda; o sırada okuduğum bir kitap olsa bile bir kenara bırakıp, yemeyi içmeyi unutup, "uyumak ne gereksiz şey yahu" deyip Shift'i bitirene kadar dünyayla bağlarımı koparacağıma eminim. Bu yığını oluşturan kitapların da çoğunu okumaya çalışacağım, çünkü o kulede iki yıldan daha uzun zamandır bekleyen kitaplar var ve artık utanıyorum! Başka da hedefim, yapılacaklar listem yok. Bol bol güzel kitaplı, iyi yıllar dilerim!

22 Aralık 2014

Bekleyiş Unutuş


Bekleyiş Unutuş - L'attente, l'oubli
Maurice Blanchot
Çeviren: Ender Keskin
MonoKL Yayınları
Mayıs 2014 (1. basım)
117 sayfa


Blogu çoook uzun bir süre ihmal ettim. Bu süre boyunca, bloga yazı yazmamak büyük rahatsızlık verdi ama 1,5 aydır bir tane bile kitap bitiremediğim için yazamadım. Okul için okuduğum kitaplar oldu, o kitaplar hakkında bir şeyler yazsam mı dedim; çoğunlukla akademik çalışmalar ve tezler olduğu için yazmak istemedim. Bu uzun ara boyunca okumaya çalıştığım kitabın bir Blanchot eseri olmasının da bu sürece katkısı oldu sanırım; çünkü kendisini okumak pek kolay değilmiş. Hatta, bu yazı kitabın kapak resmi ve künyesinin ardından gelen bir "ANLAMADIM."dan ibaret olacaktı neredeyse. Ama sonra bir edebiyat sitesinde şöyle bir cümle gördüm: Aynı otel odasını paylaşan kadın ve erkek karakter ve bir “dış ses” ile kurgulanan “Bekleyiş Unutuş” kitabını anlatmak ve açıklamak gibi bir iddiamız yok elbette.

Yukarıdaki cümlenin dediği gibi, kitapta bir kadın, bir erkek ve bir dış ses var. Çok dar ve çok uzun bir odada, adeta zamanın dışına düşmüş bir belirsizliğin içinde bu iki karakterin konuşmalarını okuyoruz. Yazar, sözcüklerle öyle çok oynamış ki, neresinden tutayım, nasıl anlatayım bilmiyorum. Bu kitabı yorumlamak, benim azıcık okumalarımla edindiğim yetiyi aşıyor. O yüzden yazıyı uzatıp saçmalamak yerine, çevirmenin ve editörün çok özenli ve güzel bir iş yaptıklarını belirtmek istiyorum; bir de, kitabın kapağının mükemmel olduğunu. Mesele Dergisinde yayımlanan güzel bir incelemeyi buraya bırakıp gideyim şimdi: Blanchot’nun Bekleyiş Unutuş’u Yahut “Dehors”un (Dışarının) Kırılganlığı Üstüne

9 Kasım 2014

Kıyamet Gösterisi


Kıyamet Gösterisi: Cadı Agnes Çatlak'ın Dakîk ve Kat'î Kehanetleri - Good Omens: The Nice and Accurate Prophecies of Agnes Nutter, Witch
Neil Gaiman, Terry Pratchett
Çeviren: Niran Elçi
İthaki Yayınları
Mayıs 2012 (2. basım)
410 sayfa

Yüksek lisansın okuma hızıma etkisi beklediğimden daha fena oldu. Gereksiz bir özgüvenle fazladan aldığım derslerin de etkisiyle, okumam gereken kitaplar ve makaleler giderek büyüyen bir yığına dönüşüyor; bu arada aklımı dağıtmak için romanlarıma da devam etmeye çalışıyorum, hatta utanmadan iki romanı bir arada okuyorum. Sonra ne oluyor, okuyamıyorum! Diyelim ki, kitap çok sürükleyici ve otobüste, ders arasında, uyku öncesinde okuyup hızla bitiriyorum; bu sefer de zaman bulup bloga yazamıyorum. Kıyamet Gösterisi'ni neredeyse iki hafta önce bitirdim ama ancak bugün oturup yazabildim.

Kıyamet Gösterisi, yazarlarının ismi ile yeterince ilgi çekiyor. Terry Pratchett henüz Terry Pratchett değilken ve Neil Gaiman henüz gazeteciyken; Gaiman, Pratchett'le röportaj yapmış. Pratchett'in bir yazar olarak ilk röportajı olan bu buluşmadan sonra iki yazar çok iyi anlaşmışlar, iletişimlerini sürdürmüşler ve Neil Gaiman'ın bir öykü taslağı üzerinde beraber çalışarak Kıyamet Gösterisi'ni yazmışlar; kitap ilk kez 1990 yılında yayımlanmış. Kitabın kapağındaki New York Times alıntısı kesinlikle doğru: "Otostopçunun Galaksi Rehberi'nin soyundan geliyor." Absürt İngiliz mizahının mükemmel bir örneği bu kitap. Şehirlerarası bir otobüste, geceyarısından sonra okurken bastıramadığım kıkırdamalara neden oldu. Ayrıca daha çok Neil Gaiman okumanın yanı sıra, Discworld serisini de okumam gerektiğine karar verdim. Hatta bütün seriyi orijinal baskısıyla alıp İngilizce okumayı denemek gibi fikirler var aklımda, kimbilir ne zaman alıp okuyabilirim.

Cennetin kapısında sohbet eden melek Aziraphale ve iblis Crawly (daha sonra Crowley olarak tanınır) ile başlıyor roman. Ardından, iki sayfalık bir oyuncu listesi var ki, Tanrı'dan Metatron'a, Beelzebub'dan Mahşerin Dört Atlısına kadar, yok yok. Sonra da esas olaylara hızla dalıyoruz. Bu oyunculardan Beelzebub, romanda ilk kez gözüktüğünde beynimde Bohemian Rhapsody çalmaya başladı. Birkaç sayfa sonra da, yazarların çok ilginç bir teorisiyle karşılaştım: "İki haftadan uzun süre arabada bıraktığınız bütün kasetler dönüşüm geçirerek Best of Queen albümü olur." O yüzden, şuraya bir Bohemian Rhapsody ekleyeyim, sonra da yazının geri kalanını Youtube'da bulduğum "Queen's Greatest Hits" listesini dinleyerek dinleyerek yazayım diyorum.





Melek Aziraphale ve iblis Crowley yeryüzüne inmişler ve çok uzun yıllardır insanların arasında yaşıyorlar. Crowley, insanların içindeki kötülüğü kıpırdatmak için küçük müdahaleler yaparken, Aziraphale de iyilik yaymak için çabalıyor ve bu arada hobi olarak sahaflık yapıyor. Aziraphale'in nasıl bir sahaf olduğunu anlatan satırlar, bir kitap dükkanı açsaydım neye benzeyeceğimi gösteren bir pencere oldu benim için:
"Aziraphale kitap koleksiyonu yapıyordu. Kendine karşı tamamen dürüst olsa, kitap dükkanının yalnızca koleksiyonunu saklamak için kullandığı bir yer olduğunu kabul ederdi. Bir yandan tipik sahaf imajını korurken, diğer yandan müşterilerin kitap satın almasını önlemek için, fiziksel şiddet dışında her yönteme başvuruyordu. Pis rutubet kokusu, dik dik bakmalar, gelişigüzel açılış saatleri... bu konuda oldukça başarılıydı."
Aziraphale ve Crowley, İngiltere'deki hayatlarından çok memnunlar; sık sık bir araya gelip öğle yemeği yiyorlar, ilahî güçler, iyilik ve kötülük hakkında tartışıyorlar; hatta ikisinden biri iş gereği uzak bir yere gidecekse, yol üstünde diğerinin kötü/iyi görevlerini de hallediyorlar. Biri koleksiyon kitapları ile, diğeri çok sevdiği antika arabasıyla sıradan (en azından yüce standartlara göre sıradan) hayatlarını yaşarken işler karışıyor. Cehennem'den gelen iki iblis, Crowley'e bir bebek teslim ediyorlar. Bu bebeğin, iyi bir ailenin yeni doğan çocuğunun yerini alması ve büyüdüğünde kıyameti koparması gerekiyor. Crowley bebeği alıyor ve Amerikan Kültür Ataşesinin doğmak üzere olan çocuğuyla değiştirmek üzere, satanist rahibelerin çalıştığı hastaneye yollanıyor. Bu bebek büyüyecek, benliğinin derinlerinde yatan Deccal uyanacak, böylece iyiler ve kötülerin nihai savaşı gerçekleşecek. Fakat bu büyük plan sırasında bir aksaklık oluyor ve bebek yanlış ailenin odasına bırakılıyor.

Bir yandan büyüyünce Deccal olacak bebeğin hayatını izliyoruz, bir yandan da başka başka birçok karakter romana dahil oluyor. Nereden başlayıp hangisini anlatacağımı şaşırıyorum! Benim yazma beceriksizliğime bakmayın; kitaptaki karakter çokluğu kafa karıştırmıyor, bütün karakterler ve bütün olaylar birbirlerine gayet güzel bağlanıyor. Kehanetleri tamamen gerçek çıktığı için, bir kâhin olarak çok başarısız olan Agnes Çatlak, bu kehanetlerin şifresini çözmeye çalışan torunu Anathema Araç, İngiltere'de kalan son cadı avcısı Çavuş Shadwell, hiç susmadan konuşan satanist rahibeler, dünyanın çeşitli yerlerinde ortalığı karıştıran Mahşerin Dört Atlısı, hiçbir inancı olmayan Newton Pulsifer...
"Newton Pulsifer'in daha önce hiç ülküsü olmamıştı. Bildiği kadarıyla, herhangi bir şeye inanmamıştı da. Utanç vericiydi bu, çünkü bir şeylere inanmayı istemişti. İnancın bazı insanlar için, onları Hayat'ın çalkantılı sularında hayatta tutan bir tür cankurtaran simidi olduğunu fark etmişti. Kendisi de bir yüce Tanrı'ya inanmak isterdi, ama kendini O'na adamadan önce, bir iki noktayı açıklığa kavuşturmak adına O'nunla yarım saat kadar konuşmayı tercih ederdi."
Kıyamet vakti yaklaşırken, melekler ve iblisler büyük savaş için sabırsızlanıyor; bazıları kıyameti engellemeye, bazıları ise her şeyin planlandığı gibi yürümesini sağlamaya çalışıyorlar; olaya bir grup çocuk, bazı suratsız komşular, falcı kadınlar, polisler karışıyor. Kişiler ve olaylar karmaşası kocaman bir düğüm oluyor, çok eğlenceli bir biçimde çözülüyor.

Son olarak, kitabın çevirisi ve dizgisi hakkında birkaç şey söyleyip gideyim; okunmak için bekleyen çeşit çeşit iletişim kuramı araştırmaları var daha. Kitapta bilinçli olarak bozulmuş metinler var; çocuk konuşmaları, bozuk aksanlar... Bunları ayrı tutarsak, birkaç tane istemsiz yapılmış hata göze çarpıyor ama rahatsızlık verecek seviyede değil ve (çevirisinin zor olduğunu tahmin ettiğim) sözcük oyunları çok başarılı aktarılmış, metnin akıcılığı hiç bozulmadan ilerliyor.

22 Ekim 2014

Kan Damarlarında Yolculuk


Kan Damarlarında Yolculuk - Fantastic Voyage
Isaac Asimov
Çeviren: Reha Pınar
Okat Yayınevi
1971
224 sayfa

Hedef Beyin'i (yani Fantastic Voyage 2'yu) okuduktan yedi ay sonra, sonunda iki kitaplık dizinin ilk kitabını okudum. İkinci kitaptan başlamak bir sorun yaratmadı, çünkü bu iki kitabın kurguları birbirini takip etmiyor; aynı tema üzerine işlenen iki ayrı kitap yazmış Asimov. Serinin iki kitabını karşılaştırınca hangisini daha çok beğendiğime karar veremedim, çünkü iki kitabın da hiç sevmediğim tarafları oldu. Ama kitabın detaylarına girip karşılaştırmalar yapmaya başlamadan önce, sormam gereken çok önemli bir şey var. Ben bu kitaba ne yapayım? Raid mi sıkayım, çamaşır suyuna mı yatırayım, tuzruhu mu üfleyeyim? Ne yapayım?

Yandaki fotoğrafta görüldüğü gibi, kitabın içinde bir çeşit karınca yuvası var. Tamam, kitap 43 yaşında, ama bundan daha eski ve hâlâ sağlam olan kitaplarım var yahu. Kitap nerelerde depolandı, nasıl saklandıysa; birtakım canlılara ev sahipliği yapmaya başlamış, hatta üç öğün yemek servisini de ihmal etmemiş. Kitabı okuyana kadar fark etmediğim bu böcek izlerini görünce kısa bir panik yaşadım. Ya bu böcekler kitabın içinde yaşamaya devam ediyorlarsa ve tüm Asimov rafıma bulaşırlarsa!!! (Şimdi saydım, bu kitapla beraber tam 50 tane Asimov kitabım olmuş.) Bu böcekler rafa yayılsaydı bir ay boyunca gece gündüz ağlardım galiba. Neyse ki bu kadar paniğe gerek yokmuş; komşu kitapları kontrol ettim, hiçbirinde bir hasar yok; bu kitabı da -içinde bir şey yaşamadığından emin olana kadar- karantinada tutmayı planlıyorum. Sözün özü, sorum bu: Bu kitabın içinde yaşayan yaratıklar olup olmadığını nasıl anlarım? Varsa nasıl etkisiz hale getirebilirim? Konu üzerine edinebileceğim her bilgiye ihtiyacım var.

Kitabın içeriğine gelirsek, Hedef Beyin'de olduğu gibi, küçültme teknolojisi üretilmiş ve iki ayrı ülke (açıkça yazılmasa da, belli ki ABD ve Sovyet Rusya) bu teknolojinin kullanımında öne geçmek için çabalıyor. Yöntemi geliştirmek için ihtiyaçları olan bilim adamını, rakip ülkenin elinden kaçırıp askeri tesise getirmek için yapılan planla başlıyor kitap. Benes isimli profesörü kaçıran gizli ajan Grant'le, tesisteki çeşitli rütbelerdeki askerler, proje üzerine çalışan fizikçiler ve tıp doktorları ile yavaş yavaş tanışıyoruz. Profesör Benes'i taşıyan uçak herhangi bir tehditle karşılaşmadan iniyor fakat havaalanı ile karargâh arasındaki yolda bir sabotaj yapılıyor ve Benes, beyninde oluşan bir kan pıhtısı nedeniyle komaya giriyor.

Beyin hasarı oluşmadan kurtarılması gereken Benes için en iyi seçeneğin içeriden müdahale etmek olduğuna karar veriyorlar ve alelacele kurulan bir ekibi mikroskobik boyutlara kadar küçültüp, kan pıhtısını parçalamak üzere damar yolundan içeri enjekte ediyorlar. Sonrası malum... Bedenin içinde bir seyahat, "Ay antikorlara bak, kocaman!" şaşkınlıkları, doğru damara ulaşma çabası ve türlü türlü aksilikler. Bir denizaltı ile beraber küçültülen ekip şu kişilerden oluşuyor: Denizaltının mühendisi ve kaptanı Owens, beyin cerrahı Duval ve güzel asistanı Cora Peterson, Benes'in damar haritasını çıkarıp rotayı çizen Dr. Michaels ve ekip yetkilisi olarak, ajanımız Grant. Ekipte bir ajan var, çünkü askeri yetkililer yeni bir sabotaj girişiminden korkuyorlar ve ekibe dahil olan uzmanlardan herhangi birinin rakip ülke için çalışıyor olabileceğini düşünüyorlar. Yolculuk boyunca ekibi gözleyen Grant, ortaya çıkan aksiliklerin nedensiz olamayacağına karar verse de, kimin casusluk yaptığını anlamakta zorlanıyor. Çünkü, elbette, herkesten şüphelenmesine neden olan birtakım kanıtlar bulmayı başarıyor.

Bu kitabı Hedef Beyin'den daha çok sevdim, çünkü o kitapta Morrison Rusya'ya götürülüp esas olaylar başlayana kadar geçen sayfalar boyunca sıkılmıştım. Kan Damarlarında Yolculuk, daha kısa ve daha hareketli bir girişin ardından hızla ilerliyor. Ama bu kitabı Hedef Beyin'den daha az sevdim, çünkü Asimov'a hiç yakıştıramadığım bir erkek egemenliğiyle yüklü. Kitabın tek kadın karakteri olan Cora, işinde çok başarılı bir asistan olarak tanıtılmasına rağmen macera boyunca yardıma muhtaç, kendi adına konuşamayan, vitrin süsü gibi bekleyen bir kadın. Devam kitabında ise, temel karakterlerden biri, çok güçlü bir kadın olan Natalya Boranova'ydı. İngilizce bir blogda bu konu ile ilgili uzun bir değerlendirme de buldum. Okumak isterseniz: Buradan.

Öte yandan, bu cinsiyetçi yaklaşım doğrudan Asimov'un suçu değil sanırım. Çünkü yazar, 1966 yapımı Fantastic Voyage filmini romanlaştırması teklifi geldikten sonra, senaryo üzerinden yola çıkarak kitabı yazmış. Aynı tema üzerine yazdığı Hedef Beyin'de de, kadın karakter eksikliğini kapatmış. Hatta, romanı yazmaya filmin yapım sürecinde başlamış, senaryoda birdolu hata bulmuş ve romanı film tamamlanmadan bitirmeyi başarmış ve böylece kitap, piyasaya filmden önce çıkmış. Kaynak: IMDB (Asimov'a laf söyletmem!)

18 Ekim 2014

Tembellik Hakkı


Tembellik Hakkı - Le Droit à la Paresse
Paul Lafargue
Çeviren: Işık Ergüden
Kırmızı Kedi Yayınevi
Nisan 2014 (2. basım)
67 sayfa

Kitabın içeriğinden bahsetmeye başlamadan önce hemen söylemeliyim: Bu kitabı, bir nesne olarak çok seviyorum. Kapağı, iç kapağı, ayracı, kağıdı... Çok güzel kitap! Bayılıyorum yayınevlerinin böyle özenli baskılar yapmasına. Çeviri de gayet güzel üstelik, teşekkürler Kırmızı Kedi.

Daha önce kısaca bahsetmiştim, yüksek lisansa başladım bu dönem. Tembellik Hakkı'nın ilk bölümlerini de, bir sabahın köründe kampüse doğru giden otobüste okudum. Otobüsten indim, derse girdim; bir baktım ki marksizmler, neo-marksizmler havada uçuyor. "Hah!" dedim, "Tam zamanında başlamışım bu kitaba."

Paul Lafargue, Tembellik Hakkı'nı 1883'te, Sainte-Pélagie Hapishanesindeyken yazmış. Karl Marx'ın damadı olan Lafargue bu manifestosunda yalnız kapitalizme değil, çalışmayı yücelten marksist yaklaşıma da karşı çıkıyor. Bölüm sonu notlarıyla birlikte ancak 67 sayfa tutan kitap kolaylıkla okunuyor; Lafargue söyleyeceklerini dolandırmadan, süslemeden anlatmış. Kitabın yazılmasının üzerinden 130 yıl geçmesine rağmen, karşı çıktığı koşullardan bir adım bile uzaklaşmamışız.

Kitabın birinci bölümü "Kapitalist uygarlığın hüküm sürdüğü ulusların işçi sınıfları tuhaf bir deliliğin esiri olmuşlar." diye başlıyor. Kapitalist toplumlarda yüceltilen çalışmanın, her türlü entelektüel yozlaşma ile sonuçlandığını söylüyor. Çalışma saatlerinin azaltılması durumunda üretimin azalmayacağını, aksine uzun vadede daha verimli üretim yapılacağını; buna yönelik deneylerin sonuçları ile birlikte aktarıyor.
"Çalışın, çalışın, proleterler, toplumsal serveti büyütmek ve bireysel sefaletinizi arttırmak için çalışın; çalışın ki, daha da yoksullaşarak, çalışmak ve sefil düşmek için daha fazla gerekçeniz olsun."
Üreten sınıfın, ürettiklerini tüketecek zamanı ve parası yokken; burjuvanın ihtiyacı olandan daha fazla metayı tüketmek için bir israf döngüsüne girdiğini, sürekli yeni pazarlar arayıp kapitalizmi dünyanın her köşesine taşımaya çalıştığını anlatıyor. Makineleşme artarken, işçinin ağır işleri makinelere bırakmak yerine onunla rekabete girmesinin saçmalığından bahsediyor. Kitabın anlattıkları teorik olarak çok mantıklı geldi bana, uygulanabilirliği ise içinde bulunduğumuz sistemde mümkün değil sanırım. Kitabı daha derinlemesine incelemeye kalkışıp cehaletimi ortalığa dökmeden önce bu yazıyı bitireyim ben. Son olarak, Lafargue'ın kitabın son bölümünde kurguladığı Tembellik Rejiminden bir tiyatro sahnesini paylaşmak istiyorum, bakalım size de tanıdık gelecek mi.
"Odun kafalı ve eşek kulaklı seçmenlerin önünde, palyaço kılıklı burjuva adaylar, politik özgürlükler dansı edecekler, sayısız vaatlerle dolu seçim programlarıyla yüzlerini ve kıçlarını silecekler ve gözlerinde yaşlarla halkın sefaletinden, bakır sesleriyle Fransa'nın zaferlerinden söz edeceklerdir; ve seçmenler de koro halinde, güçlü bir şekilde anırıp baş sallayacaklardır: ai, ai, ai!"

13 Ekim 2014

Operadaki Hayalet


Operadaki Hayalet - Le Fantôme de l'Opéra
Gaston Leroux
Çeviren: Erhan Cindaş
İthaki Yayınları
Haziran 2014 (1. basım)
291 sayfa

Geçen ay tembellik yapmasaydım ve okuma şenliğine yetiştirebilseydim, bu kitabı "sinemaya uyarlanan kitap" kategorisinde okuyacaktım. Çeşit çeşit uyarlamaları var; üstelik tema müziğini bilmeyeni de dövüyorlarmış, öyle duydum. Operadaki Hayalet'in 2004 yapımı filmini koca bir sinema salonunda tek başıma izlemiştim; çok da keyifliydi. Müzikaller popüler kültür tarafından sıklıkla alay konusu edilse de, itiraf ediyorum, ben müzikalleri çok seviyorum. Singin' in the Rain, Grease, The Phantom of the Opera, Rock of Ages, hatta Glee... Hiç sıkılmadan tekrar tekrar izlerim, izlerken şarkılara ve danslara eşlik ederim, bu da benim guilty pleasure'ım, n'apayım. (Guilty pleasure için iyi bir Türkçe karşılık var mı? Ben bulamadım.) Bence gayet sıradan bir anda insanların hop diye ayaklanıp şarkı söylemeye başlaması çok eğlenceli bir şey. Ehm... Neyse, yani işte müzikal seviyorum ben. Müzikal sevenleri sevin, yazık onlara.

Operadaki Hayalet'i kitapçımda görünce hemen aldım; o kadar izlemişim, şarkılarını ezberlemişim, kitabını okumamam büyük ayıp! Roman, 1909-1910 arasında Le Gaulois adlı bir gazetede tefrika olarak yayımlanmış; 1910'da ilk kez kitap baskısı yapılmış. Yazar hayattayken fazla dikkat çekmeyen bu roman; sahne, sinema ve televizyon uyarlamaları, farklı yazarların kaleminden çıkan devam kitapları, çizgi romanları ve hatta bilgisayar oyunları ile kocaman bir kültüre dönüşmüş durumda ama bu haliyle bile şöhretinin büyük kısmını sahne ve sinema versiyonlarına borçlu. Gotik edebiyatın bu güzel örneği çok okunmuyor diye üzüleyim mi, yoksa hiç olmazsa müzikal olarak tanınıyor diye sevineyim mi bilemedim.

Kitap, Gaston Leroux'nun öndeyişi ile başlıyor ve diyor ki: "Opera hayaleti gerçekten vardı." Ulusal Müzik Akademisinin arşivlerini karıştırıp, tanıklarla konuşup, belgeleri derleyip toparlayıp Hayalet'in gerçek öyküsünü bir araya getirdiğini söylüyor. Malumunuz, olaylar Paris Opera Binasında yaşanıyor ve kitabın sonunda yer alan Yayıncının Notu, romandaki mimari detayların Opera Binası ile uyumlu olduğunu, Leroux'nun romanı yazarken hayalî bir mekanı değil, yapımı 1875'te tamamlanan Le Palais Garnier binasını kullandığını açıklıyor.

(Romanın detaylarına geçmeden önce, belki okurken dinlersiniz diye bir Phantom of the Opera eklemek istedim. Bu müziği Sarah Brightman'dan dinlememek ayıp olacak ama kendisinin göz süzmeleri içimi bayıyor. Onun yerine, izlemeyi ve dinlemeyi çok sevdiğim Nightwish yorumunu paylaşıyorum. İyi ki Fin metal grupları var.)  \m/


Paris Operası'nın görkemli koridorlarında koşturan genç dansçıların "Hortlak!" bağırtıları ile başlıyor roman; batıl inançlı balerinler opera binasında yaşayan bir hayalet olduğuna inanıyorlar. Kimseyle konuşmayan, yürürken hiç ses çıkarmayan ama bir beyefendi gibi frak giyen, çok zayıf, çok çirkin hayalet hakkındaki söylentiler birkaç ay içinde tüm operaya yayılmış ve yalnızca batıl inançlı genç kızlar değil, yıllarca operada çalışan sahne şefleri, ateşçiler, çok cesur ve gerçekçi insanlar da hayaleti gördüklerini iddia ediyorlar. Operanın idarecileri Mösyö Debienne ve Mösyö Poligny'nin emeklilikleri için düzenlenen temsilin akşamında sahne düzenleme şefi Joseph Buquet'nin beklenmedik ölümü ile birlikte, hayalet söylentileri katlanarak artıyor ve fısıltıların yanına bir de dehşet hissi ekleniyor. Emekli idarecilerin ardından göreve başlayan Mösyö Moncharmin ve Mösyö Richard ise, hayaletin büyük ve sinir bozucu bir şaka olduğunu düşünüyorlar. Opera hayaletinden geldiği iddia edilen mektuplar ve talimatlar alsalar da, uzun bir süre durumu ciddiye almamakta direniyorlar ama sonunda büyük tartışmalar, sinir savaşları ve sıkıntılarla hayalete boyun eğiyorlar.

Öte yandan, operadaki şarkıcılardan biri olan Christine Daaé, Romeo ve Juliet'ten birkaç bölüm okuyor ve kendisinden beklenmeyen bir performans sergileyerek herkesi şaşırtıyor; bu sırada gösteriyi izleyen Chagny Vikontu Raoul, çocukluk arkadaşı olan Christine'e aşık oluyor. Film uyarlamaları da, hatırladığım kadarıyla operadaki diğer olayların üzerinde pek durmuyor ve bu aşk üzerinden gelişiyor. Raoul, Christine'e aşık oluyor olmasına; Christine de bu genç, yakışıklı ve soylu adama karşı benzer hisler besliyor ama açıklamak istemediği bir şeylerden çok korkuyor ve Raoul'a karşı çekingen davranıyor. Christine'in soyunma odasından gelen bir erkek sesi ile çılgına dönen Raoul, bu sesin kime ait olduğunu sorduğunda "Müzik Meleği" cevabını alıyor. Christine'in çok iyi bir müzisyen olan babası, kızı ile keman çalıp şarkı söylediklerine Müzik Meleğinden bahsedermiş ve kendisi öldüğünde meleği Christine'e göndereceğini söylermiş. Christine, soyunma odasında yalnız kaldığı zamanlarda Müzik Meleğini duyuyor ve onu kızdırmaktan korktuğu için Raoul'a yaklaşmıyor.
"Christine nişanlı mı?" diye sordu biçare Raoul, boğuk bir sesle.
"Yo hayır! Hayır! Christine istese de evlenemez, bunu siz de benim kadar iyi biliyorsunuz!"
"Ama hiçbir şey bilmiyorum bunun hakkında! Peki neden evlenemezmiş Christine?"
"Müzik Meleği yüzünden tabii ki!"
"Anlamıyorum..."
"Evet, o buna müsaade etmiyor!"
Raoul, Christine'in gizemli meleği hakkında her şeyi öğrenmek ve Christine'e kavuşmak için çabalarken, Müzik Meleğinin aslında Opera Hayaleti olarak bilinen kişi olduğunu ve opera binasının altındaki dehlizlerde yaşadığını öğreniyor. Genelgeçer ahlaka tamamen uzak olan doğası hiçbir zaman kaybolmasa da, bir eş sahibi olmayı ve gizlenmeden yaşamayı isteyen Hayalet, Christine Daaé'ye şarkı söylemeyi öğretirken genç kızın ilgisini ve merhametini kazanıyor. Christine'in Raoul'a aşık olduğunu fark ettiğinde ise vahşi yönü tamamen ortaya çıkıyor ve olaylara dahil olan herkesi dehşet dolu bir maceraya sürüklüyor.

Adının Erik olduğunu söyleyen ve yüzünü görenleri korkutacak kadar çirkin olan bu adam, küçük bir kasabada doğmuş ama çirkinliği ailesi için bile katlanılmaz olduğundan babasının evinden kaçmış. Panayırlarda, fuarlarda, sirklerde çalışarak ülke ülke gezmiş ve birçok tuhaf yetenek kazanmış; hatta Anadolu'yu da ziyaret etmiş ve Yıldız Sarayı'na gizli odalar, gizemli kapılar yapmış. Sonunda, Paris Opera Binası inşaatında çalışırken binayı kimsenin bilmediği arka koridorlar, merdivenler, gizli geçitlerle donatmış. Kitabı araştırırken karşılaştığım bazı web sitelerinde Erik ve Christine'in gerçek kişilerden esinlenerek yaratılan karakterler olduğu yazıyor. Doğru olup olmadığını bilemem. Operadaki Hayalet'i çok keyifle okudum, karanlık koridorlarda Erik'i bulmaya çalışırlarken gerildim, Erik'e acıdım ama Christine'in aptal olduğuna karar verdim. Bir de, yazar romanın sonunu doğaüstü açıklamalara bağlamadığı için sevindim. Pek fazla gotik roman okumadım ama bu kitabı (Christine'in katlanılmaz saflığı dışında) çok sevdim; türünün okunması gereken eserlerinden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

7 Ekim 2014

Van Gogh Yüz Yıl Sonra


Van Gogh Yüz Yıl Sonra
Ferit Edgü
Ada Yayınları
Ekim 1990 (1. basım)
69 sayfa

Geçenlerde, bizim kitapçıda (Bizim kitapçı: Aşiyan Sahaf) oturup sohbet ediyorduk, konu bir yerlerden Doctor Who'ya, oradan da Van Gogh'a geldi. Sanat tarihindeki en sevdiğim ressamlardan biri, hatta sanırım listenin ilk sırasındaki isim olan Van Gogh'tan konu açılınca susamadım elbette. Bir de Vincent and the Doctor adlı harika Doctor Who bölümünü defalarca izlediğimi ve her seferinde son sahneleri izlerken mızıl mızıl ağladığımı itiraf ettim. (Eheh, ne var ya? Olamaz mı?) Bu itirafımın üzerine, Faruk Bey bana Van Gogh Yüz Yıl Sonra'yı ödünç verdi.

Ferit Edgü, önsöze bu kitabın yazım sürecini anlatarak başlıyor. Van Gogh'un ölümünün 100. yılında düzenlenen iki sergi üzerine, Milliyet Sanat Dergisine bir dizi yazı yazması önerilmiş. Bu teklifi kabul eden yazar, Van Gogh'un defalarca yazılan hayatını bir kez daha yazmak ya da sanat tarihi içindeki yerini tekrar incelemek istememiş. Van Gogh'un sanatından ve yaşamından esinlenerek kısa metinler yazmış ve bu metinler Milliyet Sanat'ta Van Gogh'un resimleri ile beraber yayımlanmış. Yazar önsözü şöyle bitiriyor:
"Bu nedenle, bu notlara eşlik etmek üzere, onun kendi portrelerinden (birçoğu pek az bilinen) otuz kadarını seçtim. Ama, sanırım, onun yaşamından ve yapıtlarından esinlenen bu sözcüklere eşlik eden bu resimler değil; tam tersine, benim küçük sözcüklerim (hem kendisi hem başkası olan) bu büyük portrelere eşlik ediyor. 
Edebildiğince."
Kitabın anlatımı ne düzyazı, ne de şiir. İkisinin arasında bir ritme sahip olan cümleler, elli ayrı başlık altında Van Gogh'tan bahsediyor. Van Gogh'un renklerle ilişkisi, yeteneği, bunalımı, yalnızlığı... Sonra, Van Gogh'a ağlıyorum diye şaşırıyorsunuz. Bu adamın 37 yaşında ölmesi bile tek başına koca bir trajedi; hem kendisi için, hem sanatın ilerleyişi için. Tabi ağlarım! Neyse, ne diyorduk? Dümdüz bir biyografi yerine, ressamın hayatından parçaları lirik bir dille anlatıyor kitap. Van Gogh'un kısa vaizlik dönemine, konuşma yeteneği olmadığı için son verildiğini söylüyor. Kim bilir nasıl konuşuyor, neler anlatıyordu da, resimlerini anlamadıkları gibi, söylediklerini de anlamadılar.
"Ne o konuşma biçimini, ne o resim biçimini biliyordu Van Gogh. Çok şükür ki bilmiyordu. Çünkü başkalarının diliyle konuşarak sanatçı olunmaz. Bilineni yinelemek neye yarar? Hattâ, bilineni yenilemek neye yarar?"
İki bölüme ayrılan kitabın ilk yarısı Ferit Edgü'nün kaleminden çıkan yazılar, ikinci yarısında ise Van Gogh'un 1886 ve 1889 arasında yaptığı otuz ayrı otoportresi var. Van Gogh Yüz Yıl Sonra'yı çok büyük keyif alarak okudum ve resimlerini izledim ama götürüp kitapçıma iade etmek zorunda kaldım; çünkü Faruk Bey başka bir müşterisi için ayırmış bu kitabı. Satın alamayacağım için çok üzüldüm, sonra internete biraz bakındım ve üzüntüm yok oldu. Kitap, Ada Yayınlarından sonra Sel Yayınevi tarafından tekrar basılmış ve çevrimiçi kitapçılarda bulunabiliyor. Kitap alma orucumu bozar bozmaz bir kopyasını alacağım. Sanat tarihi ile ilgilenenlere ve Van Gogh sevenlere de mutlaka okumalarını öneririm. Vincent and the Doctor'ı da izlemenizi önermeden geçemeyeceğim!

30 Eylül 2014

Hacıyatmaz


Hacıyatmaz - Slapstick or Lonesome No More
Kurt Vonnegut
Çeviren: Ekin Uşşaklı
April Yayıncılık
Ağustos 2012 (1. basım)
232 sayfa

Kurt Vonnegut, Hacıyatmaz'ı Laurel ve Hardy'ye ithaf etmiş. Kitabın orijinal ismi olan Slapstick, hem basit bir ritm aleti, hem de Laurel ile Hardy'nin de dahil olduğu, fiziksel mizaha dayalı bir tarzmış. Acaba hacıyatmazın İngilizcesi slapstick mi diye düşündüm, baktım değilmiş. Bir de tersten gideyim dedim, slapstick türü mizaha Türkçede hacıyatmaz deniyor olabilir mi diye araştırdım, öyle bir şey de bulamadım. Sinemacı arkadaşlara bir sormak lazım. Kitabın Türkçe başlığını anlamlandıramadım, öyle boş boş baktım. Fakat, başlık bir yana, çeviri çok başarılı. Hem tüm cümleler hatasız, hem de Vonnegut'un tarzına yakışan bir üslup roman boyunca korunmuş. Bir ya da iki tane ufak dizgi hatasından başka hiçbir eksik/yanlış göremedim. Ekin Uşşaklı'nın eline sağlık.

"Bir otobiyografi yazmaya en fazla yaklaştığım durum budur." cümlesiyle başlıyor Hacıyatmaz. Kitabı Laurel ile Hardy'nin eski filmlerine benzeten Vonnegut, kendi hayatında da -bu filmlerde olduğu gibi- aşk ve sevginin yer kaplamadığını söylüyor. Yaklaşık 15 sayfalık giriş bölümünde, Indianapolis'te yaşayan kalabalık ailesini, bilim adamı olan ağabeyini, alkolik Alex amcasını, ardında dört çocuk bırakarak ölen ablasını anlatıyor kısaca. Amcasının ölüm haberini Manhattan'ın 'Kaplumbağa Koyu' olarak bilinen bölgesinde aldığını söylüyor. Bu kitaptaki hikayeyi, amcasının cenazesine giderken hayal ettiğini söyleyip "kitabın böyle olması gayet doğal" diyor.

Merhum Alex Amca, dine kuşkuyla yaklaşanların akşam dualarında prelüt niyetine kullanmaları gereken bir söz söylermiş. Roman da o sözle başlıyor: "İlgili Makama:"

Ölüm Adası'nda, ağaçların arasındaki bir açıklıkta oturan iki metre boyunda ve yüz yaşında bir adamın kaleminden okuyoruz romanı. ABD'nin son Başkanı olan bu adamın adı Dr. Wilbur Nergis-11 Swain. Medeniyet çökmüş, Birleşik Devletler fiilen dağılmış ve Dr. Swain, torunu ve torununun sevgilisi ile birlikte Empire State Binasında yaşıyor. Ah evet, Ölüm Adası, Manhattan'ın yeni lakabı çünkü Yeşil Ölüm adlı, adaya özgü bir veba türü gelişmiş ve adada yaşayan çok az insan kalmış. Swain bir yandan gündelik hayatını, bir yandan da geçmişe dönüp çocukluğunu ve anılarını anlatıyor.

New York'ta doğan kahramanımızın adı o zamanlar Wilbur Rockefeller Swain imiş ve bir de ikiz kız kardeşi (Eliza Mellon Swain) varmış. Fakat bu iki kardeş o kadar çirkinmiş ki, ebeveynleri çocuklarından utanıyormuş. Normal bir zekaya sahip olmadıkları ve 14 yaşlarına gelmeden ölecekleri düşünülen ikizlerin, çok zengin olan aileleri eski bir malikaneyi kapalı bir cennete dönüştürmüşler ve çocukları buraya getirip düzenli testler yapan bir doktor ile hizmetkarların bakımına bırakmışlar. Evin çalışanları, doktor ve ebeveynleri Wilbur ve Eliza'nın zekadan tamamen yoksun olduklarına inanırken, ikizler dört yaşına geldiklerinde gizlice okuma yazma öğrenmişler; yedi yaşında ise İngilizcenin yanında Almanca, İtalyanca ve eski Yunanca okuyup yazabiliyorlarmış.Yine de, etraflarında yetişkinler varken tamamen anlamsız davranışlar sergilemeye devam etmişler. Herkesten gizledikleri zekaları, iki kardeş yan yana olduklarında -özellikle fiziksel temas varsa- neredeyse deha seviyesinde ortaya çıkıyor ama aralarındaki mesafe arttıkça bu kolektif zeka zayıflamaya başlıyormuş.

On beşinci doğum günlerine kadar oyunu sürdüren ikizler sırlarını açığa çıkarıp aslında çok zeki olduklarını, normal insanlar gibi konuşabildiklerini, malikane kütüphanesindeki eski kitapları gizli gizli okuduklarını itiraf edince özel cennetleri alt üst oluyor elbette. Pediyatri uzmanlarının, psikiyatristlerin onlarca ziyaretinden sonra, Wilbur'un ortalama bir zekaya sahip olduğuna ve temel eğitim aldıktan sonra basit bir işte çalışarak mutlu olabileceğine ama Eliza'nın eğitilmeye uygun olmadığına karar veriliyor ve kardeşler ayrılıyor. Sonra da Vonnegut'un ustalığı ile, birbirinden tuhaf olaylar birbirini takip ediyor. Ortalama zekalı Wilbur önce tıp doktoru oluyor, ardından ABD Başkanı. Bu sırada Dünya'da büyük değişiklikler oluyor. Gezegenin yerçekimi zaman zaman değişiyor; çekim gücü arttığında insanlar yürümekte bile zorlanırken, azaldığında hem tüy gibi hafifliyorlar, hem de bütün erkekler erekte oluyorlar. Çinliler teknoloji alanında çok ilerlemişler ama sırlarını kimseyle paylaşmıyorlar; üstelik bir de, daha az tüketerek yaşayabilmek için kendilerini küçültmeye başlamışlar ve yıllar boyunca tekniklerini geliştirerek karınca kadar kalmışlar.

Daha önce söylediğim bir şeyi aynen tekrar ediyorum: Okuduğum hiçbir Vonnegut romanı, diğerlerine benzemiyor. Bu kitap da tamamen kendine özgü ve tuhaf. Ama güzel bir şekilde tuhaf. Ortak zekaya sahip ikizler, gizemli bir hastalık, minik Çinliler, neredeyse post-apokaliptik bir gezegen, hatta ensest var kitabın içinde. Vonnegut'un karanlık mizah anlayışı kitabın her satırına sinmiş. Modern hayatla gelen yalnızlaşma, büyük ailelerin dağılması ve insanın köklerinden uzaklaşması gibi kaygılarını bu romana sığdırmış yazar. Romanın konusunu toparlayıp bir sonuca bağlayamadığım için anlatmayı orta yerde bıraktım fakat Hacıyatmaz, kaçırılmaması gereken bir Vonnegut romanı.
"Belki bazı insanlar gerçekten doğuştan mutsuzdur. Kalpten umarım ki değillerdir.
Kız kardeşim ve bana gelecek olursak: Biz her zaman son derece mutlu olma kapasitesi ve kararlılığıyla doğmuştuk.
Belki de bu konuda bile birer ucubeydik.
Bak hele."
Son olarak, kitabı Google'da ararken karşıma çıkan bir kaydı paylaşayım, sonra gideyim. Hacıyatmaz'ın ilk kez yayımlandığı 1976 yılında, WNYC radyosunda gerçekleştirilen Kurt Vonnegut söyleşisi:

25 Eylül 2014

Korkunç Kale


Korkunç Kale (Kozmik Üçleme 3) - That Hideous Strength
C.S. Lewis
Çeviren: Fethi Aytuna
Kabalcı Yayınevi
Ocak 2007 (1. basım)
420 sayfa

* Okuma şenliği için bir üçleme. (3/3)

Ay, bu seriyi bitirmek için ne uğraştım, ne azmettim! Fakat iyi ki bitirmişim. Serinin ilk kitabı fena değildi, ikinci kitabı bence çok sıkıcıydı fakat Korkunç Kale kesinlikle üçlemenin en iyi kitabı, Lewis'in aslında iyi bir yazar olduğunu hatırlattı. -Ama çevirisi ve dizgisi en kötü olan da bu kitap. Bol yazım hatasının yanında tuhaf çeviri hataları da içeriyor.-

Korkunç Kale de, ilk iki kitap gibi Güneş Sisteminin bir gezegeninde geçecek, bitmek bilmeyen gezintiler ve sohbetlerle dolu olacak diye düşündüğümden kitabı okumak bile istemedim. Ama seriyi yarım bırakırsam gece arkamdan kovayabilirdi, ağlayabilirdi; o yüzden okumaya başladım ve baktım ki, yeni evli bir genç kadın kendi kendine mırıldanıp evini temizliyor. Başka bir gezegen yok, İngiltere'nin küçük bir şehri var, bir üniversite var.

Romanın ilk sayfasında tanıştığımız Jane, akademisyen Mark Studdock'la evli. Evini toplayıp temizlemeyi bitiriyor, gazetedeki bir fotoğraf gözüne iliştiğinde, o gece gördüğü korkutucu rüyayı hatırlıyor: İdam edilen bir adam, adamın başını alıp götüren bir ziyaretçi, mezarından kaldırılan bir druid... (Druid sözcüğünü okudukça "These aren't the droids you're looking for" diye mırıldanıyorum. Sonra kendime geliyorum.)


Bu sırada Mark Studdock, Bracton Kolejine doğru yürüyor ve öğretim üyeleri arasındaki ilerici topluluğun lideri olan Curry ile sohbet ediyor. Kitabın ilk sayfaları çok sade bir biçimde, bu yeni evli çiftin günlük hayatını anlatıyor. Jane evde oturup hayatını ve evliliğini sorgularken, Mark üniversitede daha iyi bir konuma gelmesini sağlayacak adamların peşinde dolanıyor. Akademi üyelerinin toplantısında, UEDE (Ulusal Eşgüdümlü Deneyler Enstitüsü) adlı bir kurumun, Kolej'e ait bir araziyi satın almak istediği açıklanıyor. Bunu takip eden süreçte, kendilerine İlerici Unsur diyen grup ile tutucu üyeler arasında büyük bir tartışma yaşanıyor. İlerici Unsur'u destekleyen ve üniversiteyi perde ardından yöneten Lord Feverstone, Mark'ı karşısına alıp alttan alta övgüler sıraladıktan sonra bir iş teklifi yapıyor. Sosyoloji üzerine çalışan Mark'ın UEDE'ye katılmasını isterken, UEDE'nin geleceğe yönelik planlarının bir kısmını da anlatıyor:
"Önce oldukça basit ve anlaşılır şeyler - uyumsuzların kısırlaştırılması, geri kalmış ırkların tasfiyesi (hiçbir gereksiz yük istemeyiz), seçici üreme. Sonra doğum öncesi eğitim de dahil olmak üzere gerçek eğitim. (...) Ama sonunda biyokimyasal düzenlemeleri ve beynin doğrudan yönetilmesini sağlayacağız..."
Feverstone'un Hitlervari üstün ırk yaratma planları Mark'ı tereddüte düşürse de, çok prestijli olacağını umduğu yeni görevini reddetmek istemiyor ve Feverstone'la birlikte, UEDE'nin Belbury'deki merkezine doğru yola çıkıyor. Jane, devam eden kötü rüyalarını aklından uzaklaştırmak için alışveriş yaparken yine bir akademisyen olan Dr. Dimble ve eşi Bayan Dimble ile karşılaşıp onlara rüyasını anlatıyor. Bu olayların ardından roman iki ayrı konuya bölünerek ilerliyor; Jane, fazlasıyla gerçekçi ve korkutucu rüyaları devam ederken bir yandan da kocası için endişeleniyor, Mark ise UEDE'de neler olduğunu anlamaya ve aynı zamanda olaylara hakimmiş gibi davranıp görüntüyü kurtarmaya çalışıyor. Roman dönüşümlü olarak ilerlerken genç çiftimizin (ara sıra birbirleri ile kesişen) maceralarını okuyoruz.

UEDE, toplumun ilerlemesi ile ilgili radikal fikirleri olan ve (son zamanlarda sıkça duyduğumuz tabirle) toplum mühendisliği yapan bir kurum. Suçla mücadele konusunda yeni teknikler üretiyorlar, yeni bir polis örgütütü kurmaya çalışıyorlar ve gazetelerde yayımlattıkları makaleler aracılığıyla halkın görüşünü yönlendiriyorlar.
"Seni aptal, asıl kandırılabilen eğitimli okuyucudur. Bizim bütün sıkıntımız diğerleriyle. Ne zaman gazetelere inanan bir işçi gördün? Her şeyin bir propaganda olduğunu baştan kabul eder ve baş makaleleri okumadan geçer. O gazetesini futbol sonuçlarını öğrenmek ve camdan düşen küçük kızlarla, Mayfair apartmanlarında bulunan cesetlerden bahseden kısa paragrafları okumak için alır. Bizim sorunumuz onunladır. Onu yeniden koşullandırmamız gerekir. Ama eğitimli kamuoyunu, haftalık entelektüel dergileri okuyan insanları yeniden koşullandırmaya gerek yoktur. Onlar zaten hazırdır. Her şeye inanırlar."
UEDE'nin yöneticilerini tanıyıp, gizli kapaklı yaptıkları görüşmelere ve deneylere tanık oldukça, serinin ilk iki kitabında büyük yer tutan Weston'ın da eskiden bu kurumda görev yaptığını ve dolayısıyla yöneticilerin Güneş Sistemi'ndeki diğer akıllı canlılardan ve Eldila'dan haberdar olduğunu öğreniyoruz. Dünya'nın kötü niyetli Eldil'i ile iletişim kurmuşlar ve onun kendilerine sunduğu üst-insan olma hedefine doğru ilerliyorlar. İmtiyazlı insanlar arasına girmek için çabalayan, hoşlanmadığı olayları bilincinin arka köşelerine iteleyen Mark, tam olarak neyle karşı karşıya olduğunu anlamıyor ama kişiliği roman boyunca gelişiyor ve kendini sorgulamaya başlıyor. Mark'ın UEDE'de gördüğü tuhaflıklara hiç ses çıkarmamasını iki cümle ile çok güzel anlatıyor Lewis:
"Eğer gaddarca davranacaksa bu, onun itibarını önemsemeyen kendinden üstün kişilere karşı değil, kendisine itibar gösteren altındaki kişilere ve yabancılara karşı olmalıydı. İçinde yaltaklanmayı çok seven bir yan vardı."
Jane ise devam eden rüyaları nedeniyle, Dr. Dimble'ın tanıdığı birisi ile görüşmek üzere yakınlardaki bir kasabaya gidiyor. Buradaki büyük malikanede tuhaf bir kadın olan Bayan Ironwood'la tanışıyor. Jane'e, rüyalarında gördüğü olayların gerçek olduğunu söyleyen Bayan Ironwood, bu rüyaların çok önemli olduğunu ve gelecekte daha kötü olayları görebileceğini düşünüyor. Bir süre sonra Jane, Başkan diye hitap ettikleri bir adamla daha tanışıyor; Başkan, UEDE'nin içyüzünü anlatıp Jane'den yardım istiyor ve artık kendi evinde güvende olmayacağı için malikaneye taşınmasını öneriyor.

Böylece Mark, Dünya'nın kötü Eldil'i ve UEDE'nin yanında iken, eşi Jane UEDE'ye karşı mücadele etmeye hazırlanan küçük gruba katılıyor. Başkan, elbette iki kitap boyunca gezegenlerde dolanan ve UEDE'nin ne yapmaya hazırlandığını çok iyi bilen Ransom'ın ta kendisi. Perelandra'dan döndükten sonra hiç yaşlanmamış, Eldila ile irtibatını koparmamış ve Dünya'nın kendi bildiği haliyle kalması için çabalıyor. Kitap, iyilerle kötülerin savaşını temel alırken, çok hoşuma gitmeyen bir şekilde kötücül bir abartıyla nitelenen teknolojik/bilimsel ilerlemeye karşı çıkıyormuş gibi gözüküyor ve yine üstün varlıkların gücünü -yer yer Hristiyan mitolojisinden beslenerek- kullanıyor. Ama hiç olmazsa, ilk iki kitabın aksine, Korkunç Kale'de epeyce heyecanlı ve sürükleyici bölümler var.

Kozmik Üçleme'yi iyi bir seri olarak önerebileceğimden emin değilim. Kimin kim olduğunu, dertlerinin ne olduğunu öğrenmek için serinin ilk kitabını okuduktan sonra direkt Korkunç Kale'ye geçmek daha az sıkıcı bir tercih olabilir belki. Tabii, seriyi okumadan önce biri bana bu öneriyi yapsaydı ("Serinin ortasını okuma Setenay, gerek yok.") ve ben de aynen öyle yapsaydım, okumadığım ikinci kitap nedeniyle yüzüm gözüm kaşınırdı, uykularım kaçardı, Perelandra'yı takıntı haline getirip eninde sonunda okurdum. Bu benim tuhaflığım da olabilir tabii.

23 Eylül 2014

Yaz Okuma Şenliği Raporu

Bu aralar blogu çok ihmal ettim, farkındayım. Çok yoğun işlerim olduğundan, sürekli koşturduğumdan, önemli işlerle uğraştığımdan değil; sadece bu ay okuyamadım. Kozmik Üçleme'yi zar zor bitirip Okuma Şenliği'nin son gününe yetiştirdim, ama yazısını yetiştiremedim. Onu da bu akşam ya da yarın hallederim artık. Fakat pek okumadığım ve bloga hiçbir şey yazmadığım günler boyunca tamamen boş durmuş sayılmam. Pek sevgili Mit dedi ki: "Kayıp Rıhtım için Doctor Who'nun yeni sezonuyla ilgili bir şeyler yazmak ister misin?" İstemez miyim! "Ay yazıyorum ama du' bakalım neye benzeyecek? Of olmadı bu galiba. Yahu ben dizi sektöründen ne anlarım ki bu işe kalkıştım?" diye kendimi azarlaya azarlaya yazıyı yazdım, teslim ettim. Severek okuduğum siteye iki satır katkım oldu diye de çok sevindim. Böyleyken böyle işte... Gelelim Şenlik'teki içler acısı performansıma:

3 ay boyunca, toplam 2677 sayfa tutan 11 kitap okuyabildim. Ekstra puanlı kategorilerden yalnızca birini (3 kitaplık seri) tamamladım. Böylece 151 puanla bitirdim şenliği. Okuduğum kitaplar:

Adında bir sayı geçen kitap: İki Beyinli Adam - Michael Crichton (237 sayfa) 10 puan
Çevirmenlik de yapan bir yazarın kitabı: Filler Çapraz Gider - Altay Öktem (125 sayfa) 10 puan
Sahaftan alınmış kitap: Son Nesil - Arthur C. Clarke (248 sayfa) 10 puan
Masal kitabı: Charlie'nin Çikolata Fabrikası - Roald Dahl (205 sayfa) 10 puan
Biyografi: Pazarola Hasan Bey - Yavuz Selim Karakışla (80 sayfa) 10 puan
Yabancı dilde bir kitap: Azazel - Isaac Asimov (221 sayfa) 10 puan
Üç kitaplık seri: Kozmik Üçleme - C.S. Lewis (923 sayfa) 45 puan
Goodreads listesinden bir kitap: Kutsal Dedektiflik Bürosu - Douglas N. Adams (279 sayfa) 10 puan
Daha önce okumadığım yabancı kadın yazar: Elif - G. Willow Wilson (359 sayfa) 10 puan

Durum hiç iyi değil, görüldüğü üzere. Üstelik bu çok kategorili şenliği iki ayda tamamlayanlar varmış! Kendilerini içtenlikle tebrik ediyorum! =)

Çalışkan organizatörümüz Güz Şenliği kategorilerini de açıkladı bugün. Bu seferlik ben katılmıyorum. Birkaç ay boyunca yeni kitap almayı bırakıp evde biriken kitap yığınımı eritmeye çalışacağım. Hatta bloga başlamadan önce okuduğum bilim kurgu kitaplarını da hızlıca tekrar okuyup buraya yazmak istiyorum ama, bakalım yapabilecek miyim. Üstelik bir de tekrar öğrenci oldum, derslerim ne kadar zamanımı alacak bilmiyorum ama nedense epey yoğun olacakmış gibi geliyor. Ben şimdi susayım o zaman.

4 Eylül 2014

Perelandra Venüs'e Yolculuk

Perelandra Venüs'e Yolculuk (Kozmik Üçleme 2) - Perelandra
C.S. Lewis
Çeviren: Fethi Aytuna
Kabalcı Yayınevi
Ocak 2006 (1. basım)
278 sayfa

* Okuma şenliği için bir üçleme. (2/3)

Serinin ilk kitabı olan Sessiz Gezegenin Dışında'yı biraz sıkıcı bulmuştum, meğer her şey yeni başlıyormuş. Perelandra'yı bitirebilmek için kendimi epey zorladım, son 10-15 sayfayı neredeyse on günde okuyabildim. Kitabın sonlarına geldiğimde o kadar usandım ki, ancak birkaç satır okuyup "öff yeter" diye kitabı bir kenara bırakıyordum. Ama azimliyim, üçüncü kitabı da okuyup bitireceğim.

Lewis, kitaba birkaç satırlık bir önsöz yazmış ve "Bu kitaptaki karakterlerin tümü tamamen hayal ürünüdür ve hiçbiri alegorik değildir." demiş. Hı-hım, tabii... Hayal ürünü karakterler olduklarına eminim ama alegori konusunda yazarın ironi yaptığını düşünmemek için hiçbir nedenim yok. Öte yandan, kitabı hazırlarken Kabalcı çalışanları da çok sıkılmış olacaklar ki, arka kapakta Ransom yerine "akademisyen Dr. Watson"dan bahsetmişler. Belki de arka kapak yazısını yazarken Sherlock izliyorlardı.

Bu sefer olaylar, Ransom'ın evine doğru yola koyulan anlatıcıyla (Ransom'ın ilk seyahatini de bize aktaran kişi, yazarımız Lewis'in ta kendisi) başlıyor. Ransom'ın gönderdiği bir telgraf üzerine onu görmeye giden yazar, Worchester tren istasyonu ile Ransom'ın evi arasındaki birkaç kilometrelik yolda yürürken aklından çeşit çeşit düşünceler geçiyor: Mars'taki yaratıklar, arkadaşının Mars'tan döndükten sonra ne kadar değiştiği, bu seyahatle ilgili duyduğu kaygılar... Böylece giderek artan bir huzursuzluğun ve korkunun içinde buluyor kendini. Geri dönme yönündeki güdülerini dizginleyip Ransom'ın evine ulaşıyor ve kapıda, ev sahibinin dışarıda olduğunu, yemek için beklemesi gerekmediğini söyleyen bir not buluyor.  Eve giren yazar buz gibi ve çok büyük bir kutu ile, bir de Mars'tan gelen bir eldil ile karşılaşıyor. Ransom eve gelip misafiriyle buluştuğunda kendisinin Perelandra'ya (bizim deyişimizle Venüs'e) gönderileceğini, bu seyahate hazırlanmak ve geri döndüğünde karşılanmak üzere yazarın yardımına ihtiyacı olduğunu anlatıyor. Venüs'ü birtakım şeytanî güçlerden korumak üzere, eldilin temsilcisi olarak gönderileceğini de anlatıyor elbette.

Daha önce bahsi geçen kutunun içine yerleşen Ransom, eldilin üstün güçleri sayesinde yavaşlatılmış metabolizmasıyla beslenme ve boşaltım ihtiyacı hissetmiyor, kutunun soğukluğu sayesinde güneşin yakıcılığından korunuyor ve kendini Perelandra'da buluyor. Neyse ki, ilk seyahatinde öğrendiği dil yalnız Mars'a (Malacandra'ya) özgü bir dil değilmiş, Güneş sistemimizin ortak diliymiş; böylece Perelandra'ya gittiğinde yeni bir dil öğrenmek zorunda kalmıyor. Güneş'e bizden daha yakın olan ve atmosferi neredeyse tamamen karbondioksitten oluşan, yüzey sıcaklığı 460 santigrat civarlarında dolaşan gezegene indiğinde; Dünya'dan biraz daha (?) sıcak olduğu için çıplak dolaşmaya karar veriyor. Atmosfer basıncı konusuna ise hiç girmeyelim... Perelandra'nın yüzeyi de tahmin edebileceğimizden çok farklı. Hiç aralanmayan bir bulut tabakası ile kaplı olduğu için dışarıdan gözlenemeyen gezegen devasa bir okyanusa sahip, bu okyanusun içinde yalnızca küçük bir sabit kara parçası (Sabitlenmiş Diyar) ve sayısız yüzen ada var. Evet, yüzen ada, suyun üzerinde süzülen kumaş parçaları gibi oradan oraya savrulan, bitkiler ve ağaçlarla kaplı, suyun dalgası ile birlikte kıvrılıp bükülen adalar. Neden olmasın. Bu ağaçların kökü yok mu diye de düşünmeyelim artık. Kurgu bu. Ne çok inceliyorsunuz siz de!

Ransom bu adalardan birine ulaşıyor, karnını doyuruyor, etrafı inceliyor, sürekli kıpırdanan zemin üzerinde düşmeden yürümeyi öğreniyor. Birkaç hayvan dışında hiçbir canlıyla karşılaşmadan geçen bir iki günün sonunda, bulunduğu ada başka bir adanın yakınlarına sürükleniyor ve orada yeşil renkli derisi dışında tamamen insana benzeyen bir kadın olduğunu görüyor. Öğreniyoruz ki, bu kadın Perelandra'nın Havva'sı, kraliçesi. Bir yerlerde bir de kralı varmış ama ayrı adalara düşmüşler, birbirlerini kaybetmişler. Ransom, Leydi diye hitap ettiği bu kadınla bol bol sohbet edip gezegenimizden bahsediyor, kadının anlattıklarını dinliyor. Günler böyle güzel geçerken, bir gün gökyüzünden yuvarlak bir nesne düşüyor ve içinden (ilk kitapta Ransom'u kaçırıp Mars'a götüren) Weston çıkıyor.

Kitabın bundan sonrası bol bol diyalog. Bir tarafta Havva'yı kandıran yılanın rolünü üstlenmiş Weston, diğer tarafta onun Leydi'yi kötü düşüncelerle zehirlemesini önlemeye çalışan Ransom. Yaradılış hikayesi, "Havva o elmayı yemeseydi neler olurdu?" sorusunun etrafında uzadıkça uzuyor. Weston ve Ransom uzun (çok uzun) felsefî tartışmalara girişiyorlar:
"Sizin Şeytanınız ve sizin Tanrınız," dedi Weston, "her ikisi de aynı Güç'ün suretleri. Cennetiniz öndeki kusursuz ruhaniliğin sureti; cehenneminizse bizi arkadan buraya doğru iten kışkırtmanın ya da çabalamanın suretidir. Bu yüzden de birinin statik huzuruyla diğerinin ateşi ve karanlığı bir araya gelir. Yenilenen evrimin bir sonraki aşamasında bizi ileti çağıran Tanrıdır; bunun ötesine geçen aşamada bizi kovansa Şeytandır. Sonuçta, dininiz şeytanların düşmüş melekler olduğunu söyler."
Sayfalar boyunca, Weston'ın kadını ilk günaha doğru kışkırtması ve Ransom'ın buna karşı ataklar geliştirmesinden başka bir şey olmuyor. Kitap bolca faydalandığı Hristiyan mitolojisinin yanında, zaman zaman Roma mitolojisine kadar uzanıp, yüzyıllar önce bu gezegenlere verilen isimleri eldilaya bağlıyor. Ransom, yaşadıklarını anlatmak üzere Dünya'ya dönüyor elbette. Bunun ardından, serinin son ve en kalın kitabı olan Korkunç Kale geliyor. Perelandra'yı okurken öyle sıkıldım ki, Ransom başını alıp hangi gezegene gidecek diye merak etmeye bile enerjim kalmadı, okuma sevgim tükendi. Yine de seriyi bir an önce bitirmek için elimden geleni yapacağım. Hadi bakalım...