15 Aralık 2011

Gece Ana


Gece Ana - Mother Night
Kurt Vonnegut
Çeviren: Ekin Uşşaklı
April Yayıncılık
Şubat 2011 (1. basım)
260 sayfa

Yine, sadece yazarına güvenip aldığım kitaplardan biri olan Gece Ana'yı üç günde okudum. Kurt Vonnegut'un kendine özgü yazınını, bilim kurguda çok severim ben; bu kitabı da ne olduğuna bakmadan aldım. Arka kapağı okuyunca biraz pişman oldum aslında, çünkü şöyle diyordu: "Bilim-kurgu değil. Felsefe denilmez. Yergi mi? Ne alakası var? Komik? Hiç değil." Peki ne anlatıyor o zaman bu kitap? İkinci Dünya Savaşı ajanı Howard W. Campbell'ın savaş suçlusu olarak yargılanmasını anlatıyor. Tarih romanlarını pek sevmediğim halde, bu kitabın çok güzel olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Vonnegut'un ironisini, iyi ve kötünün karışımından oluşan karakterlerini okumak keyifli.

İkinci Dünya savaşında askerlik yapmış olan Vonnegut, romanı baş karakterin anlatımıyla yazmış; Campbell'dan dinliyoruz hikayesini. Doğuştan Amerikalı, Nazi olarak tanınan, kendisini "ulussuz" olarak niteleyen Campbell, Kudüs'teki bir cezaevinde anılarını yazıyor. Gardiyanlarından bahsediyor önce; sonra da kendi geçmişinden. Oyun yazarı, radyo programcısı, "tek eşli bir Casanova" savaşa sürükleniyor. Karısı Helga'yı çok seven Campbell, karısı ve kendisini "iki kişilik ulus" olarak niteliyor, karısının yokluğu için de şöyle diyor:
"Tek bir şeyin önemi vardı...
İki kişilik ulus. Ve o ulus yok olduğunda, ben de bugün olduğum ve hep olacağım adama dönüştüm,
ulussuz bir insan."
Nazi Almanyasıyla başlayıp Amerika'ya uzanıyor, İsrail'de bitiyor Campbell'ın öyküsü. Genellikle bitiremediğim (bitirmek için kıvrandığım) tarihi romanların aksine, konu akıp gidiyor. Karakterlerin hiçbiri "düz" değil, bu sayede, kitap bir kahramanlık romanı ya da aksine 'bakın Naziler ne kadar kötüydü' diyen bir roman olmaktan kurtulmuş, ilgi çekici bir hayat hikayesine dönüşmüş.

Kitaptan bir alıntıyla bitirelim bu sefer. Bir oyuncak üreticisinden gelen mektuba yazdığı cevapta, Campbell diyor ki:
"Bırakın çocuklarımızın oyuncakları arasında ahenk içinde hiçbir şey olmasın, barış ve düzen beklentisiyle büyüyüp canlı canlı yenmesinler."

11 Aralık 2011

Asosyal Bir Sosyalist


Asosyal Bir Sosyalist - An Unsocial Socialist
G. Bernard Shaw
Çeviren: Hikmet Kırık
Salyangoz Yayınları
Eylül 2005 (1. basım)
348 sayfa

Konusunu, ne anlattığını bilmeden; sadece ismi ve yazarına güvenerek aldığım ve neyse ki, hiç pişman olmadığım bir kitap oldu Asosyal Bir Sosyalist. Daha önce Bernard Shaw'un Kara Kız'ını okumuş ve çok sevmiştim, bu kitabı da bir o kadar sevdim ve çok keyif alarak okudum. Fakat son zamanlarda aldığım birçok kitapta olduğu gibi, bu kitapta da çok basit imla ve/veya dizgi hataları var. Bir de, bir çevirmenden beklenmeyecek bir hata dikkatimi çekti ki, paylaşmadan geçemeyeceğim. Kitapta bir bölümde "yaşlı hizmetçiler" sözü geçiyor, fakat cümlenin gidişinden anlaşılıyor ki, sözün orijinali "old maid" ve yazarın bahsettiği şey aslında "kız kurusu."

Kitabın orijinal yazım tarihi 1883, dönemin İngiltere'sinde geçen roman, bir yatılı okulda başlıyor. Kitap boyunca göreceğimiz karakterlerden olan Miss Agatha Wylie, Miss Jane Carpenter ve Miss Gertrude Lindsay ile tanışıyoruz hemen. Bir yandan da, kocası evi terk ettiği için ne yapacağını şaşıran Henrietta'yı tanıyoruz.

Okulun günlük hayatını, düzenini izlerken; Smilash isimli karakter dahil oluyor kurguya. Davranışları birbirini tutmayan, bir yandan eğitimsiz ve alt sınıftan bir adam gibi gözükürken (kitapta sınıf ayrımı net biçimde ortada...) zaman zaman tamamen farklı bir portre çizen bir adam. Konu ilerledikçe, gerçek kimliğini ve kişiliğini tanıyoruz.
Romanın tamamı bu temel karakterler üzerine gelişmiş, olayların akışı aynı insanlar üzerinden ilerliyor, hayatları kesişiyor, ilişkilerindeki değişimleri görüyoruz. Biten ve başlayan aşklar, değişen/büyüyen karakterler var. Fakat, Asosyal Bir Sosyalist, 19. yy İngiltere'sinde geçen bir aşk romanı değil! Bernard Shaw, sıradan olabilecek bir olay örgüsünü, kapitalizm ve sosyalizm üzerine görüşlerini iletmenin sıkıcı olmayan bir yolu olarak seçmiş.

Kapitalist bir babanın oğlu olan baş karakterimiz, var olan düzenden ve adaletsiz gelir dağılımından rahatsız; sosyalizm bilincini yaymak için çabalayan bir aktivist. Roman boyunca, çeşitli diyaloglar içinde aktarıyor fikirlerini ve var olan sosyal düzeni. "Üretebildiğinden daha az üretip ihtiyacı olduğundan daha çok tüketme peşinde olanlar"dan bahsediyor örneğin; Shaw'un 128 yıl önce bahsettiği sağlıksız toplumun, bugün daha iyi olmadığını fark etmek zor değil. Occupy Wall Street eylemcilerinin bugün protesto ettiği şeyi, Shaw aynen yazıyor:
"Ama anladığım kadarıyla bir ailesi olsun ya da olmasın, sarhoş ya da ayık gezsin, fark etmiyor, her geçen gün fakirler daha fakir, zenginler daha zengin oluyor."
Serbest Ticaret'ten bahsediyor ve gelecek kehanetinde, serbest ticaretin İngiltere'yi yıkıma götüreceğini söylüyor. Kurduğu senaryo, bugün Yunanistan ve Avrupa Birliği'nde izlediğimiz krizden pek farklı değil.

Yazıldığı dönem ve anlattığı toplum düşünüldüğünde şaşırtmasa da, kitabın baş karakterini sık sık kadınları/kadın zekasını aşağılarken görüyoruz: 

"Onurlu bir adam gibi, tam yarım saat boyunca aklı başında şeyler için dil döktüm, ama beni dinlemiyordu. Ardından beş dakika ucuz romantik saçmalıklardan söz etmeye başladığımda gözlerinde yaşlarla kabul etti."
Dönemin sanat algısından ve ancak kırk beş yıllık geçmişi olan fotoğraftan da bahsetmiş Shaw. Sanatçıların, sanatı gereğinden fazla yücelttiğini; bir işçiden daha saygın olma, daha çok para kazanma arzularını anlatmış. "Sanatçıların saygı duyduğum tek özelliği ise, gerekirse hem kendilerinin, hem de ailelerinin açlıktan öleceğini bilseler bile, yine de hoşlarına gitmeyecek bir iş tutmamalarında kendini gösteren bir çeşit yüce bir egoizme sahip olmalarıdır." diye bitirmiş, sanatçılar hakkındaki sözlerini.

Başka bir bölümde ise, geleneksel sanatla fotoğrafı karşılaştırıyor yazar, baş karakteri aracılığıyla. Fotoğrafın, ressamları tehdit eden bir yenilik olduğundan bahsediyor.

"Sanatkârlar, sahip oldukları yeteneğin tekelini korumak için asitle oyulmuş resim ve portre çizmenin eski, vahşi ve kusurlu süreçlerine sıkı sıkıya bağlı kalıyorlar. Buna karşılık fotoğrafın daha karmaşık düzeneğini, daha mükemmel ancak daha basit ve güzel yöntemlerini tüccarların ellerine bırakıyorlar. ... Sonuç olarak tüccarlar onlardan daha iyi sanatkârlar haline geliyor."
Bu arada, baş karakterimizin, fotoğrafın belgesel yönünden faydalandığını görüyoruz. 'Sosyal gerçekçi' olarak adlandırılan yaklaşımın örneklerini sunuyor arkadaşlarına. Kapitalizmin savunucusu üst tabaka ile emekçi kesimin zıt yaşantılarını reddedilemez bir gerçeklikle kanıtlamasını sağlıyor fotoğrafları.

Asosyal Bir Sosyalist, kurgusu ve karakterleriyle okuma keyfi veren bir roman; çok durağan ve sıkıcı olabilecek bir konuyu bu kadar keyifli bir kurguya yerleştirmek de, Bernard Shaw'un marifeti.

30 Kasım 2011

Yaban Kızlar


Yaban Kızlar - The Wild Girls
Ursula K. LeGuin
Çeviren: Algan Sezgintüredi
Versus Kitap
Ekim 2011
96 sayfa

Ursula K. Le Guin'in 54 sayfalık kısa romanı (ya da öyküsü) Yaban Kızlar; yazarın iki makalesi, bir söyleşi ve şiirlerle birleşmiş; 96 sayfalık harika bir kitap olmuş!

Yaban Kızlar, tanımadığımız bir medeniyeti anlatıyor. Taçlar, Kökler ve Topraklar'dan oluşan kast sisteminin karmaşık kuralları var. Taçlar'ın doğal bulduğu ve sorgulamadığı sosyal işleyiş, bir Toprak kızı olan Modh'a öğretilirken; kurallar, neye inanıldığı ve inananlarla nasıl yaşanacağı öğretildi ama adalet öğretilmedi; çünkü ortada adalet yoktu. Modh'un kız kardeşine duyduğu sevgi, yeni bir topluma ayak uydurması, ardındaki hayalet ve tabii ki bir aşk hikayesi! Keyifle okunan bir öykü olmuş.

Fakat, benim kitapta en sevdiğim bölüm Okurken Uyanık Kalmak isimli makale oldu! Büyük yayınevlerini, çoksatar kitap üretip uzun süreli çoksatarları -Tolkien kitapları gibi- gözden kaçıranları anlatmış; okur sayısının azaldığını söyleyenlere "yazın tarihi boyunca okur sayısı hiçbir zaman çok olmadı" diye cevap vermiş Le Guin. Harry Potter fenomeninden, yayıncıların öngöremediği ama sonuna kadar sömürdüğü kitaplardan bahsetmiş.
"Bir insan kitap okumaya zaman ayırmışsa veya ayırıyorsa, ya işleri gerektirdiği ya da başka kanallara erişemediğindendir. Ya da okumayı seviyordur ki, bunca ah vahlar ve yüzde hesapları arasında sadece okumayı sevenleri unutuvermek zor değildir."
Televizyon, sinema, internet de Le Guin'in değindiği konular arasında. İzlemenin edilgenliğinin aksine, kitap okumanın bir eylem olduğunu, dikkat istediğini anlatmış. 'Kitap, sizin yerinize bir şeyler yapmaz' demiş.
"Okumak bir iş birliği, bir katılımdır. Herkesin becerememesine şaşmamak lazım yani."
Kitapta yayınlanan söyleşi Terry Bisson ve Ursula Le Guin arasında gerçekleşmiş ve okumak çok keyifli. Şiirler hakkında yorum yapamıyorum; çünkü şiir okuma alışkanlığım yok! Kitapta son olarak Mütevazı Sohbet başlıklı bir yazıya yer verilmiş, ilk makale sayesinde Le Guin'in kişiliğinden yeterince etkilenmişken; bu metni de okuyunca Le Guin'in bütün makalelerini okumanın süper bir şey olacağına karar verdim!

29 Kasım 2011

Sahaflar


Kitapçıya girince boş çıkamayan, bütçesinin ciddi bir kısmını kitaplara ayıran bir insan olarak; en sevdiğim yerler sahaflar! Antalya'da yaşarken, çoğu aynı mahalde toplanmış bir sürü sahafı gezip saatler harcayabiliyor ve küçücük bir dükkanda hiç umulmayacak kitapları çok uygun fiyatlara alıyordum. Antalya'daki sahafların güzel bir yanı daha var, -antika denebilir mi bilmiyorum ama- eski eşyalar da bulunuyor oralarda, fotoğraf makinesi koleksiyonumun büyük kısmını Antalya'nın sahaflarına borçluyum!

Peki, neden sahaflardan bahsediyorum? Çünkü ben Eskişehir'de yaşıyorum ve "öğrenci kenti, kültürlü, keyifli" Eskişehir'de sahaf yok! (İnsancıl'ı pek sevmiyorum ve "sahaf"  denen ilk dükkanlarını gezerken nedense keyif almıyorum, dolayısıyla İnsancıl'ı saymıyorum.) Bir de yaklaşık iki ay önce keşfettiğim -ki açılmasından kısa bir süre sonra keşfetmişim- küçük bir sahaf var, yanlış hatırlamıyorsam Aşiyan adında bir yer. Bu küçük yer daha güzel, daha sıcak, sevimli... Fakat, Antalya ve Ankara'daki çeşitliliğe ve elbette fiyatlara çok uzak! (En çok sahaf gezisi yaptığım şehirler oldukları için Ankara ve Antalya'yı örnek verebiliyorum.)
Hafta sonu Ankara'ya gittim; genellikle yaptığım gibi Kızılay'da ve Zafer Çarşısı'nda sahafları gezip, elimdeki bütün parayı harcayıp güzel vakit geçirmeyi planlıyordum. Zafer Çarşısı'na gidemedim; Kızılay'da bir sene önce keşfedip bayıldığım sahafın ise duvarları kitapla kaplı bir kafeye dönüştüğünü görüp yıkıldım! Dost Kitabevi'nin kalabalığından nefret ettim, yine de bir tane kitap aldım. Kitapçı/kırtasiye karışımı bir yerden bir kitap daha aldım. Sonunda, Karanfil Sokak'ın girişinde, Kitapçılar Çarşısı diye bir yer dikkatimi çekti. Dışarıdan bakınca ÖSS kitaplarıyla dolu gibi gözüküyordu ama şansımı denemek isteyip içeri girdim, iyi ki girmişim! Bazıları büyükçe ve ferah, bazıları küçücük ve tıklım tıklım kitap dolu dükkanlar var; çoğunlukla güleryüzlü, ilgili sahipleri/çalışanları var. Üstelik fotoğraf çekmek için izin istediğimde itiraz eden bir kişi bile olmadı! -Fotoğrafları sayfaya yan yana yerleştirmeyi beceremedim, pes ettim.-


Cumartesi günü kitapçıları/sahafları tek başıma gezdim ve yedi tane kitap aldım. Carl Sagan'ın Mesaj'ını (Contact, evet, filmi de var.) buldum ve çok sevindim. Jules Verne'ün biyografisi var, iyi bir kitap olduğundan emin değilim ama olsun! Kütüphanemde yeterince yokmuş gibi, iki tane Agatha Christie romanı aldım, böyle giderse bütün bir rafa egemen olacak bu kitaplar. Ve okumak için en çok sabırsızlandıklarım: Bir Philip K. Dick, bir Kurt Vonnegut, bir de Aldous Huxley romanı!


Ankara gezimin ikinci gününü yine Kitapçılar Çarşısı'nda geçirdim! Bu sefer yeğenimi de götürdüm (ki kendisi 11 yaşında bir hanım ve İpek Ongun'dan başka şeyler de okumasını istiyorum!) Kendim için üç tane Jules Verne kitabı aldım; aldığım kitaplardan 80 Günde Devr-i Alem bende zaten vardı ama benimki tamir edilip ciltlenmiş, bu kitap orijinal kapaklı! Balonla Beş Hafta'yı ise yıllar önce okudum ama kütüphanemde yoktu. Sonuç olarak, her kitap için yaptığım harcamayı -kendimce- haklı bir konuma getirebiliyorum!


Yeğenime de dört tane kitap aldık, çoğunlukla benim yönlendirmemle olsa da, birlikte seçtik kitaplarını. Gizli Bahçe'yi (F.H. Burnett) mutlaka okuması gerektiğini söyleyerek zorla aldım, Denizde Macera'yı tamamen Enid Blyton'a güvenerek önerdim. Çarli'nin Büyük Cam Asansörü'nü aslında Çikolata Fabrikası'yla (Roald Dahl) birlikte almalıydık ama bulamadık... Okuldaki Hayalet (Thomas Brezina) küçük hanımın bağımsız tercihi ile seçildi.



Eve dönüp kitaplarımıza sevgi gösterilerinde bulunduk ama kitapları çantalara sığdırıp Eskişehir'e dönmek konusunda zorlandık. On dört tane kitap, taşımamız gereken yükü epeyce artırdı, zorlandık ama yine de getirdik kitaplarımızı! Bu arada, benim okunmayı bekleyen kitap yığınım da iyice büyüdü!

8 Kasım 2011

Uğursuz Bir Şey Geliyor Bu Yana


Uğursuz Bir Şey Geliyor Bu Yana - Something Wicked This Way Comes
Ray Bradbury
Çeviren: Ayşe Gorbun
İthaki Yayınları
Haziran 2000 (1. basım)
327 sayfa

On üç yaşında iki çocuğun, Will Halloway ve Jim Nightshade'in öyküsünü anlatıyor bu kitap. Zamanı, yaşlanmayı, karanlığı, ölümü anlatıyor. Fahrenheit 451 gibi harika bir bilimkurgu beklentimi,  henüz kitabın ismini ve öndeyiş'i okurken yok eden Ray Bradbury sembolik, fantastik, biraz mistik ve çok karanlık bir roman yazmış.

Fırtınanın hemen önünde hareket eden bir yıldırımsavar satıcısıyla başlıyor roman. Satıcı, Jim ve Will'i görüyor, çocukları, evlerini tanımaya çalışıyor. O evlerden birine yıldırım düşeceğini öngören adam, hangi ev olacağını anlamaya çalışıp o evde yaşayan çocuğa bir yıldırımsavar hediye ediyor.

Will ve Jim'in yaşadığı kasabaya gelen tuhaf bir karnavalla birlikte işler karışıyor, meraklı ve maceracı (on üç yaşındaki bütün oğlan çocukları gibi) kahramanlarımız kendilerini korkutucu olayların ortasında buluyorlar! Zamana müdahale edebilen adam, Resimli adam, bir ucube. Karnavalda olanlarla baş edebilmek için çok genç olan Jim ve Will. İhtiyar, sıradan, hayallerini gerçekleştirememiş bir adam, Charles Halloway. Birbirinden güzel işlenmiş karakterler var romanda. Fakat sorun şu ki, bu kitabın güzelliğini, hissettirdiği gerilimi, kapkaranlık atmosferini anlatmayı başaramıyorum ben!

Bazı kavramları öyle güzel anlatmış ki Bradbury, buraya alıntı yapmazsam çatlarım. Koca bir paragrafı buraya alamam ama, "iyi adam" olmayı daha güzel anlatan hiçbir metne rastlamadım:
"Ve insanlar gerçekten günahı severler ... bütün şekilleri, büyüklükleri, renkleri ve kokularıyla. ... Bir adamın başkalarını fazlasıyla yüksek sesle övdüğünü duyarsan, bir domuz ağılından yeni çıkıp çıkmadığını merak et. Öte yandan, yanından geçen o mutsuz, soluk yüzlü, rahatsız, baştan aşağı suç ve günahtan oluşan adamı ele al, eh, genellikle bu senin iyi adamındır. ... Çünkü iyi olmak korkutucu bir iştir."
'Cehalet mutluluktur' diyor bazıları, Bradbury ise tam tersini söylüyor bu kitapta:
"Bilmemek veya bilmeyi reddetmek kötüdür, ya da ahlak dışıdır en azından. Bilmezsen harekete geçemezsin."
Ve, ölüm:
"Ölüm var olan bir şey değil. Hiçbir zaman var olmadı, hiçbir zaman var olmayacak. Ama onu belirlemek, anlamak için o kadar uzun yıllar o kadar resmini çizdik ki, onu bir varlık, tuhaf bir şekilde canlı ve hırslı olarak algılamaya alıştık."
Eveet... Bu kitabı anlatmaktaki beceriksizliğimi bolca alıntı yaparak saklamaya çalıştım. Kitabın anlattıklarını; çocukların büyüme sancılarını ve ihtiyarların gençlik özlemini, zaman ve yaş kavramlarını, karanlığı uzaklaştırma yolunu çok sevdim. Fakat, itiraf ediyorum, kitabı neredeyse iki ayda bitirebildim! Ve evet, yine de, "Uğursuz Bir Şey Geliyor Bu Yana"yı okumanızı şiddetle öneriyorum.

10 Ekim 2011

12 to the Moon


Kitaplara ara verip 1960 yapımı bir filmden bahsetmek istiyorum bu sefer. 12 to the Moon, IMDB'de 2.4 puan almış olsa da, dönemi içinde değerlendirilmesi gereken bir film ve bence çok keyifli!

Erkek arkadaşımın gönderdiği bir köşe yazısıyla filmden haberdar oldum ve hatta filme ulaşmamı sağlayan kaynağı da aynı mesajda buldum. Bilimkurgu kitaplarına olan sevgimi, filmlere doğru genişletmek isteyen sevgili kişisi bana bol bol bilimkurgu izletmek konusunda ısrarlı çünkü! Yeri gelmişken, yakın zamanda çekilen bir film olan Attack the Block, puanının aksine izlediğim en anlamsız ve kötü bilimkurgu filmiydi, belirtmek istedim.
Gelelim 12 to the Moon'a... Film, Ay'a yapılan ilk insanlı yolculuktan dokuz sene önce çekilmiş. Uzayın ve uydumuzun o zamanlar çözülmemiş esrarlarına çok naif bir yaklaşımları var. Bilimkurgu severleri (fakat içinde gerçekten "bilim" olan kurgulardan bahsediyorum.) şaşırtacak, güldürecek, 'yok artık' dedirtecek anlamsız detaylarla dolu film. Uzay boşluğunda ışıldayan yıldızlar, mekiğin yanında süzülen bulut kümeleri, bitmek bilmeyen asteroid yağmurları, plastik şezlonglarda gerçekleşen yolculuk... Bence en eğlenceli saçmalıklardan biri şöyleydi: Ay yüzeyinde 'hava' arıyor astronotlar; iniş yaptıkları yerde atmosfer yokken, kısa bir yürüyüş mesafesinde "burda hava var" diyerek kasklarını çıkarıp normal solunum yapabiliyorlar! Ve daha güzeli, sanırım o dönemin teknolojisi yansıma sorununu çözmeye yetmediği için, astronot kasklarının önünde "invisible shield" olduğunu iddia ederek olası "aaa kameramanı gördüm lan!" söylentilerini engellemişler ve astronotların yüzlerini görmemizi sağlamışlar.



Filmin oyuncu kadrosu on iki kişiden oluşuyor (ilk sahnelerdeki figüranları saymazsak...) Amerikalılar, Alman, Rus, Japon, Fransız... ve Muzaffer Tema. Çokuluslu bir uzay yolculuğu anlatılıyor; Ay'a ABD bayrağı yerine, bu topluluğu simgeleyen bir bayrak dikiyorlar. Ekibin baş doktoru olan Muzaffer Tema (Dr. Selim Hamit) hafif aksanlı İngilizcesi, karizması ve güzel yardımcısını etkileyen tavırlarıyla göz dolduruyor!

O dönemin teknolojisi ve insanların teknolojiye bakışı, şimdi baktığımız yerden o kadar geri kalmış ki (oysa çok değil, elli senelik bir film) örneğin Ay'a giden ekibin nükleer enerjiye duyduğu güven inanılmayacak kadar aptalca gözüküyor. Kostümler, mekan tasarımları, görsel efektler; Matrix'i, Avatar'ı, Inception'ı izleyen bizler için tarih öncesinden gelmiş izlenimi uyandırıyor. Yine de ve her şeye rağmen, 12 to the Moon izlenmesi gereken bir bilimkurgu filmi olarak arşivimdeki yerini aldı.

10 Eylül 2011

Beşik


Beşik - Cradle
Arthur C. Clarke, Gentry Lee
Çeviren: M. Alper Çopur
Sarmal Yayınevi
Aralık 1998 (1. basım)
519 sayfa

Sevgili Robinbook (bkz: robinbook @ekşi sözlük) sayesinde edindim Arthur C. Clarke'ın Gentry Lee ile birlikte yazdığı Beşik'i. Rama Serisinde de birlikte çalışan bu iki yazar çok başarılı kitaplara imza atıyorlar. (Ki zaten, Clarke, bilimkurgunun en tanınan ustalarından biridir.)

Bilinmeyen bir gezegendeki okyanusta yaşayan canlıların çiftleşme rituelleriyle başlıyor roman. İkinci bölümde ise ABD'nin güney sahillerine atlıyoruz, uzak bir zamanda değil, 1994 yılında geçiyor roman. Sonra yine aniden dış uzaydan, kim olduğu bilinmeyen yaşam formlarından bahseden bir bölüme atlıyoruz. Sonra yine Dünya'da buluyoruz kendimizi...

Romanın dünyada geçen bölümleri ortalama üstü bir macera romanı gibi ilerliyor. Zeki, başarılı, seksi gazeteci kadın; Harvard eğitimini yarıda bırakmış alkolik define avcısı; teknoloji delisi genç, kimlik bunalımı içinde bir yarbay... Macera romanları için çok uygun karakterler var! Askerlerin "kaybettiği" bir füze hakkında araştırma yapan gazetecimiz Carol ve kiraladığı teknenin iki kişilik mürettebatı anlam veremedikleri keşifler yapıyorlar, her şeyi birleştirmeye çalışırken bir yandan askerlerle, bir yandan başka define avcılarıyla uğraşıyorlar ve usta yazarlarımız gizemi koruma konusunda çok başarılı! Dünya ve uzay hikayeleri arasında bir onu bir diğerini okurken, biliyoruz ki bu iki konu bir yerde birbirine bağlanacak ama nerede, nasıl, hangi taraftan bağlanacağının ipuçlarını uzun süre bulamıyoruz.

Uzak uzayda geçen öykü ise, 'macera romanı'nın aksine daha masalsı bir anlatıma sahip. Haklarında pek fazla bilgi verilmeyen "koloniciler"den -ki, Asimov'un Vakıf'ındaki gibi geniş bir alana hükmeden merkezi bir otorite gibi gözüküyorlar.- ve uzaydaki çeşitli yaşam formlarından oluşan hayvanat bahçelerinden bahsediliyor. (Hayvanat bahçesi projesi, Rama'yı anımsatıyor bir yandan...) Koloniciler ve projeleri hakkında daha fazla okudukça bunun Dünya'ya nasıl yansıtılacağı yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Sonunda iki konu birleşiyor ve epey heyecan verici bir şekilde yaklaşıyoruz romanın sonuna.

Baş karakterimiz Carol, nihayet yabancı bir medeniyetle karşılaştığında, "Alice kendini harikalar diyarında sanıyordu..." diyor ve daha yeni "Alice Harikalar Diyarında ve Aynadan İçeri"yi okumuşken -bu kitaptan da kısaca bahsetmeyi planlıyorum bir ara- bu benzetme çok hoşuma gitti!

26 Ağustos 2011

Kitap yerleştirme sanatı 2

Haftalarca "bugün yapıyorum, ya da yok yok yarına kalsın. Aslında önümüzdeki hafta çok daha uygun ya, evet." diyerek süründürdükten sonra, sonunda kitaplığımı düzenlemeyi başardım. Artık bütün kitaplar yerli yerinde, aradığım kitabı bulmam beş saniyeden fazla sürmüyor ve (şimdilik) kitaplarım çok derli toplu ve düzenli gözüküyorlar!

Operasyondan önce kitaplığım bu haldeydi.
Bir adet toz bezi, kitapları yığabileceğim yeterli boş alan, keyifli şarkılardan oluşan bir playlist, yeterli kahve ve sigara stoğu, bir de yeterli enerjiye sahip olduğuma emin olunca, gördüğünüz raflardaki kitapları kabaca ayırarak yığmaya başladım. Yabancı roman, yerli roman, bilimkurgu, sanat kitabı, gereksizler... gibi kategorilerden, gereksiz olanları (kitaba gereksiz denmez, taş olursun!) salona, eski kitapların yanına yerleştirdim. Böylece küçük kutularda kalan kitaplarıma da yer açılmış oldu. Ortalık kitap yığınlarıyla kaplı iken, odam (bence) çok sevimli gözüküyordu. Başka kimsenin bu fikrime katılacağını zannetmiyorum.

Güzel gözükmüyor mu ama?

Kitap yığınlarını oluştururken, birkaç şey dikkatimi çekti:
1. 1984'üm kayıp, kime verdiğim ya da neden kaybolduğu konusunda hiçbir fikrim yok ve çok mutsuzum!
2. Asimov hayatta olsaydı ve kitaplığımın ilk üç rafını görseydi beni evlat edinmek isteyebilirdi.
3. Bu kadar çok Agatha Christie kitabını ne zaman aldığımı bilmiyorum, kendime "oha" dedim istemsizce.
4. Tüysüz'ü iki kez almışım! Biri aile evimde (1989 baskısı,) biri öğrenci evimdeymiş (2009 baskısı) ve iki kitaplık bir araya gelene kadar fark etmemişim bile...

Sonra kitaplıkları silmek ve kurumalarını beklerken kaba yığınları daha düzenli hale getirmek gerekiyordu. Elbette bilimkurgulardan başladım. Serileri ayırdım, geri kalan kitapları yazarlarına ve yayınevlerine göre ayırdım. Mümkün olduğunca düzgün görünecek bir sıralama yaptım. Aynı işlemi tüm diğer kitaplar için tekrar ettim. Dosyaları, defterleri toparladım. Saatlerce sonra, nihayet raflara yerleştirme işi de bittiğinde ortaya çıkan manzaradan çok memnundum!

Sonuç görüntü bu oldu.
Agatha Christie'lerin renk skalasına dikkatinizi çekerim! =)

Kitapların önünde duran ıvır zıvırları da yerleştirince, pek güzel ve sevimli bir kitaplık köşem oldu!
Son olarak, kitaplığımda yaşayan Salvador ve Andy'yle tanıştırayım sizi:


14 Ağustos 2011

Balığın Bisiklete İhtiyacı Ne Kadarsa...



Balığın Bisiklete İhtiyacı Ne Kadarsa Kadının Erkeğe İhtiyacı O Kadardır - Big Girls Don't Cry
Fay Weldon
Çeviren:  İpek van den Born
Aykırı Yayınları
2000 (1. basım)
247 sayfa

Bir grup feminist kadının seslerini duyurma çabasını ve eğlenceli maceralarını anlatan, yaz tatilinde havuz kenarında okumalık bir roman. Güçlü olmaya çalışan kadınlar, eşcinseller, aldatma, metafizik meraklısı bir kadın, para düşkünü bir başka kadın, paylaşılamayan bir erkek, aids, intihar... 1970'lerde, feminizmin yeni ortaya çıktığı dönemde geçiyor roman.
Bir araya gelip seslerini nasıl duyuracaklarını tartışan kadınlar, çözümü kitaplarda buluyor ve Medusa adında bir yayınevi kuruyorlar. Bu kadınların kişisel değişimleri ile birlikte yayınevinin büyümesini ve değişimini izliyoruz romanda. Aslında, hakkında çok fazla şey yazabileceğim bir kitap değil. Dediğim gibi, tatil ruhuna uygun, hafif, eğlenceli bir kitap.

9 Ağustos 2011

Kitap yerleştirme sanatı

Ekşi Sözlük'teki sevdiğim başlıklardan birini, bu yazıya da başlık yaptım. Birkaç ayda bir, kitaplıklarımın bütün raflarını yere indirip tekrar düzenlemek hoşuma gidiyor. Hoşuma gitmese bile, altı aydan sonra zorunluluk halini alıyor, çünkü aradığım kitapları bulamamaya başlıyorum ya da yeni aldığım kitapları çok alakasız yerlere yerleştirmek zorunda kalıyorum. Mesela şu an, kitaplığım rastgele yerleştirilmiş durumda, kitapların arasında/üstünde dergiler, defterler, dosyalar var ve aradığım bir kitabı bulmam en az on dakika sürüyor!


Gördüğünüz fotoğraf, benim öğrenci evimdeki kitap düzenleme seanslarından birinin başlangıcı. O raflar tek tek silinecek; kitaplar önce türlerine göre ayrılacak, sonra yayınevlerine göre, sonra yazarlarına göre, sonra kapak renklerine göre! Bu arada boy sırasını bozan kitaplar çıkacak, 'bunları ne yapmalı' diye delirtecek. En sevdiğim türden başlayarak üst raflardan aşağı doğru yerleştirilecek. Belki ara sıra iç ses tuhaflaşacak: "Şuraya iki tane mavi kapaklı sanat kitabı alsam daha güzel gözükür lan aslında!"

Öğrenci evimdeki kitaplarla, aile evimdeki kitaplar bir araya geldiler artık; hem kitap sayısı, hem raf sayısı arttı ve ben kitapları düzenlemeyi inatla erteliyorum. Kendi kitaplarımı düzenlemeden önce, evde yıllardır bulunan eski kitapları yerleştirdik annemle. Kitaplıklarda yer olmadığı için, eski vitrinin dolaplarını bu kitaplara ayırdık. Dakikalarımı harcayıp kitapları ayırdım; sonra da annem birkaç dakikasını harcadı ve benim yaptığım kümelere hiç aldırmadan hepsini doldurdu dolaplara! Hiç olmazsa, okuyabileceğim birkaç kitap daha buldum eski kitapların arasında.


Son olarak, kendi kitaplarımı düzenleyince onların da bir fotoğrafını eklemeyi planlıyorum. Bir de, bundan sonra tanıtacağım kitap, bilimkurgu yerine eğlenceli ve feminist bir roman olacak. Blogumu izlemeye devam edin efendim...

5 Ağustos 2011

Korkunun Bütün Sesleri


Korkunun Bütün Sesleri
Hazırlayan ve çevirenler: Sedef Öztürk, Levent Mollamustafaoğlu
Metis Yayınları
Mayıs 2011 (3. basım)
128 sayfa

Bir buçuk aydır elimde sürünen bir kitapla karşınızdayım! Yedi tane bilimkurgu öyküsünden oluşan bir derleme yayınlamış Metis Yayınları. Asimov'un, Lem'in, Bradbury'nin, Vonnegut'un da öyküleri var kitapta, ki bu dört ismi bir arada gördüğümde (bilimkurgusal betimleme geliyor!) kitabın çekim gücüne kapılmışcasına önce kitaba, ardından kasaya sürüklenmem -ya da daha şık olacaksa- yerden birkaç santimetre yukarda süzülerek ilerlemem şaşırtıcı değildi! Öhöm... Kitap okumadığım, pek bir şey yazmadığım ve internetten uzak kaldığım süre içinde yazı üslubum da değişmiş sanki.

Korkunun Bütün Sesleri'nde, adı üzerinde, korkutan hikayeler var. Fiziksel korku değil, iyi ki de değil... Hayvan Mezarlığı'nı okuduktan sonra oyuncak kedisine bile yaklaşamamış biri için fazla gelebilirdi! (Ortaokuldaydım, yargılamayın!) Öykülerden tek tek bahsetmem anlamsız olacaktır, hiçbirinin bir diğerine benzemediğini ve herbirinin çok güzel olduğunu söylemeliyim! Benim en beğendiğim öykü, Kurt Vonnegut'un Harrison Bergeron'u oldu. Daha önce bahsettiğim Bir Yerlerde Bir Müzik Çalıyor'da olduğu gibi "huzursuz bir rüya" hissi veren öyküler de var kitapta, daha somut öyküler de; her beğeniye uyacak bir öyküye yer verilmiş yani. Ve öykülerden bağımsız olarak, kitabın 'sunuş'una bayıldım. Bilimkurgunun tarihini, ilerlemesini 4,5 sayfaya sığdırmış editorler, ellerine sağlık!

3 Haziran 2011

Biz


Biz - Mы (Miy)
Yevgeni Zamyatin
Çeviren: Algan Sezgintüredi (İngilizceden)
Versus Kitap
Şubat 2010 (2. basım)
246 sayfa 

Ne zaman bilimkurgudan ve felsefeden bahsedilse, mutlaka biri çıkıp "Mülksüzler'i okudun mu?" diye sorar, 'okumadıysan hiç konuşma!' tonlamasıyla. Mülksüzler'in ve Ursula Le Guin'in bilimkurgu dünyasındaki yeri tartışılmaz. (Meraklısına: kitaplığımdaki yeri şimdilik altı Le Guin kitabından oluşuyor. Gelişecek.) Her neyse... Bir daha aynı soruyu duyduğumda "Sen, 'Biz'i okudun mu, onu söyle?" demeyi planlıyorum. Çünkü 1884 doğumlu Yevgeni Zamyatin -görünen o ki- Mülksüzler'e giden yolu 1920'de açmış. Kitaptaki tanıtım metninden aynen aktarıyorum:
"George Orwell, Aldous Huxley, Ursula Le Guin gibi yazarların öncüsü ve esin kaynağı olan Zamyatin, onlardan çok daha önceki bir dönemde, karamsar bir çerçeve içinde kısıtlı kalmadan anti-ütopya türünü radikal bir eleştiri silahına dönüştürmüştür."
Roman ürpertici bir distopya. (Distopya mı yoksa disütopya mı kullanılmalı, bilemedim. TDK'ye baktım, ikisi de yok...) Devlet Gazetesi'nin duyurusu ile başlayan romanda, var olan devletin neye benzediği ile ilgili ipuçları ilk sayfadan veriliyor: "Diğer gezegenlerin, muhtemelen hâlâ özgürlük adıyla bilinen ilkel aşamada yaşayan meçhul sakinleri..." Romanın kahramanı bir matematikçi, sayılarla yaşanan ve aritmetik doğrunun tek doğru olduğu TekDevlet'te "matematiksel kusursuz" bir yaşam sürdüğüne inanıyor. İsmi yok! Diğer insanlar gibi, sayısı ile anılıyor: D-503.

Tamamı camdan inşa edilmiş binalarda yaşadığınızı, caddelerde diğer insanlarla uygun adım yürüdüğünüzü, yediğiniz her lokmayı belli sayıda çiğnemek zorunda olduğunuzu, sevişmek için kayıt yaptırmanız gerektiğini, bütün insanlarla aynı saatte uyuyup aynı saatte uyandığınızı... Yaşamınızdaki her şeyin saatler ve sayılarla düzenlendiğini düşünün. TekDevlet işte böyle bir yer ve insanlar bunun en doğru, kusursuz devlet sistemi olduğuna inanıyorlar. Sayılara o kadar güveniyorlar ki, eski çağlardan kalma bir tren tarifesini "kadim edebiyatın günümüze kalmış en büyük eseri" olarak niteliyorlar.
"Bir insanın özgürlüğü 0'a indirgendiğinde suç işlemez. Gayet açık. İnsanı suçtan arındırmanın tek yolu özgürlüğünden arındırmaktır."

"Sağlıklı göz veya parmak ya da diş varlarmış gibi görünmezler. Yani gayet açık, değil mi? Kendi kendinin bilincine varmak, hastalıktır."
D-503 bize kendi öyküsünü ve TekDevlet'in ne kadar kusursuz bir yönetim biçimi olduğunu anlatıyor. Ama günler geçtikçe ve hikaye ilerledikçe, D-503'ün mantığında çatlaklar oluşmaya başlıyor. Bakış açısını değiştiren, her şeyin farklı olabileceğini gösteren şey ise, elbette aşk. I-330 sayılı kadına, bir muhalife aşık oluyor. Katı kuralcılığının ve matematiksel mantığının karşısında √-1'in irrasyonelliğini buluyor.

25 Nisan 2011

Şimdi ve Daima


Şimdi ve Daima - Now and Forever
Ray Bradbury
Çeviren: Kemal Baran Özbek
İthaki Yayınları
Aralık 2010 (1. basım)
312 sayfa

Başka hiçbir kitabı ile olmasa bile Fahrenheit 451 ile hatırlayacağınız Ray Bradbury'nin iki kısa romanını bir araya getiren bir kitap Şimdi ve Daima.

İlk romanın ismi Leviathan '99; uzayın derinliklerinde geçen bir Moby Dick uyarlaması. Dev bir kuyruklu yıldızın peşinden koşan bir gemi dolusu insan; gözleri görmeyen, inatçı, huzursuz bir kaptan. Romanda, fikirlerini delice savunan kaptanı, mantığını kullanmaya çalışan yardımcısını, telepatik Quell'i ve oda arkadaşı, kararsız Ishmael'i izlerken, -arka kapakta söylendiği üzere- insanoğlunun tutkularının sınır tanımazlığını görüyoruz.

İkinci roman Bir Yerlerde Bir Müzik Çalıyor ise, çok daha keyifle okunuyor bence. Huzursuz edici bir rüyanın içinde gibi hissettiriyor roman, okurunu. İstasyonunda trenlerin durmadığı, çok sakin, unutulmuş, gizemli bir kasabaya giden gazeteci Cardiff; karşılaştığı tuhaflıklara anlam vermeye çalışıyor fakat çözdüğü her gizemle birlikte daha da anlaşılmaz oluyor her şey! Bu romanın anlattıklarını, her an kabusa dönüşebilecek bir rüyayı hatırlatan atmosferini, yaratılan karakterlerini çok sevdim ben.

Toparlayamadım ben bu yazının sonunu. Özet geçiyorum: Leviathan '99 iyi bir roman, Bir Yerlerde Bir Müzik Çalıyor ise çok iyi bir roman bence. Genel toplamda, ikisini bir arada sunan Şimdi ve Daima alınmalı, okunmalı.

19 Nisan 2011

Nötralizör


Nötralizör
Dost Körpe
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Ekim 2010 (1. basım)
128 sayfa

Kitapçılarda bilimkurgu kitapları ufacık bir rafa sıkışmış oluyor çoğunlukla, o raftaki kitapların da neredeyse tamamı çeviri romanlar. Nötralizör, galiba okuduğum ilk Türk bilimkurgusu, Seyit Ali Aral'ın İçli Köfte'sinde okuyup, hemen gidip almıştım kitabı. Nötralizör'ü, birçok bilimkurgu eserinin çevirisini de yapan Dost Körpe yazmış. 128 sayfalık, kısa bir roman.
Mars'ta kolonileşen insanların arasında, yaşadığı devasa fanustan sıkılan bir adamı anlatıyor. Yanlışlıkla yaptığı bir keşif, gizli tutulan bir araştırma, ne olduğunu pek bilmediği bir makineye ulaşmak için harcadığı çaba... İlgi çekici bir konusu var aslında kitabın; ama iki saat içinde bitecek kadar kısa ve benim bir türlü sevemediğim  romantik betimlemelerle yazılmış ve sanki aceleye gelmiş gibi, konu pek derinleştirilmemiş. Yine de kitaplığınızın bilimkurgu rafında (ya da raflarında) yerli bir roman da bulunmasını isterseniz alınıp okunası bir roman olmuş.

29 Mart 2011

Jules Verne



(Bu yazıyı yazalı iki haftadan fazla oldu sanırım. Blogspot'un sansürlenmesi falan derken, buraya eklemeyi erteledim durdum.) 

Birkaç gün önce -kim bilir kaçıncı kez- "Denizler Altında 20000 Fersah"ı okudum. Size de o kitaptan bahsedecektim ama hemen arkasından "Arzın Merkezine Seyahat"i okudum. O da bitince "Seksen Günde Devr-i Alem"i okudum. Bir çeşit hattrick yaptım yani... Bu yüzden de tek tek kitaplarını anlatmak yerine Jules Verne'den bahsetmeye karar verdim.

Ekşi Sözlük'te, Wikipedia'da, nostalji yapmak isterseniz Ana Brittanica'da bulabileceğiniz bilgileri geçelim, bildiğim Jules Verne'den bahsedeyim ben:

Kitapları deli gibi seven bir çocuk olarak, ilkokulda tanıştım Jules Verne'le. (Evet, o zamanlar ilkokul ve ortaokul vardı.) Okuduğum ilk kitabının hangisi olduğunu hatırlamıyorum, ama okurken sıkılıp yarım bıraktığım tek kitabı Denizler Altında 20000 Fersah oldu.Neyse ki, kafam biraz çalışıyormuş; "bu adamın diğer kitaplarını sevdiğime göre bu da güzel olmalı" dedim ve bir kez daha denedim aynı kitabı okumayı. Sonra, defalarca tekrar okudum.

1900'lerin başında doğan Jules Verne, kendi döneminden onlarca yıl sonra ulaşılacak teknolojileri hayal eden, zamanının çok ötesinde bir adam. Ne bileyim, Aya Seyahat'i ilk kez okuyan bir liseli "Ee... Aya zaten gittiler, çok saçma lan!" diyebilir. 1900'ler diyorum, aloo! Şimdi bir de şunu merak ettim ben, acaba aya yapılan ilk seyahati görebildi mi Jules Verne, yoksa daha önce ölmüş müydü? Bakmak lazım...

İlköğretim çağında kardeşiniz, kuzeniniz, komşu çocuğu... varsa eğer bir Jules Verne kitabı hediye etmek güzel olabilir; ya da henüz okumamışsanız kendinize hediye edin, çok mutlu olacaksınız! Ben de geçenlerde kitapçı karıştırırken fark ettim, okumadığım çok fazla Jules Verne kitabı varmış, alınacaklar listesine ekledim. =)

10 Şubat 2011

Bir zamanlar haftada 3-4 kitap okurken, artık iki haftada bir kitap bile bitiremiyor olmak bazen çok üzüyor beni. Bilgisayarın başından kalkıp kitap okumaya vakit ayırmıyorum, ya da daha önce defalarca okuduğum kitapları tekrar okumaya başlıyorum. Yeni kitaplara başlamak çok zor geliyor. Fakat şu aralar Kurt Vonnegut Jr.'ın Şampiyonların Kahvaltısı'nı okuyorum, hatta film uyarlamasını da izlenecek filmler arasına ekledim

Bu arada, iki yeni kitap da aldım. Şimdi ve Daima, Ray Bradbury'nin romanı. Bir de Nötralizör, Dost Körpe'nin kitabı. Özellikle Nötralizör'ü merak ediyorum, Türk edebiyatından bilimkurgu okumadım hiç. Bakalım...

7 Ocak 2011

Maymunlar Gezegeni


Maymunlar Gezegeni - La Planète des Singes
Pierre Boulle
Çeviren: Reha Pınar
Okat Yayınevi
1971
176 sayfa

Şimdi Ekşi Sözlük'ten öğrendiğime göre (bkz: #700894) 'Planet of the Apes' filmi bu kitaptan uyarlanmış, ben filmi izlemedim. O yüzden ne kadar başarılı bir uyarlama olduğu konusunda hiçbir fikrim yok. Filmi bir yana alalım, kitaptan bahsedelim. Maymunlar Gezegeni, Pierre Boulle tarafından 1963'te yazılmış. Bendeki baskısı Okat Yayınevi'ne ait ve 1971 tarihli.

Atmosferi, sıcaklığı, doğal döngüsü Dünya'ya benzeyen bir gezegende, evrimin farklı bir yol aldığını gösteren ipuçları varsa ne olur? Homo sapiens yeterince ilerlememiş ve medeniyet kuramamışsa?
İnsanların salt keyif için hayvanları avlaması anlaşılmaz ve dehşet verici bir şey bana göre. Başka bir gezegende, vahşi hayvanlar olan insanların avlanması da elbette dehşet verici, ama sadece insanların hayvanları avlaması kadar. İnsanların hedef olduğu kanlı bir av partisinde yakalanan, o gezegene ait olmadığını ve aslında "zeki" olduğunu göstermeye çalışan bir gazetecinin, Ulysse Merou'nun macerasını okuyoruz Maymunlar Gezegeni'nde. Evrensel bir dil olarak, matematiği ve geometriyi kullanıyor Ulysse, nihayet kendisiyle ilgilenen şempanze Zira'nın dikkatini çekmeyi başarıyor ve birbirlerine dillerini öğreterek, diyalog kurmayı başarıyorlar.

Evrim teorisini araştırmadan, körlemesine yalanlayan yaratılışçılar "insan, maymundan mı gelmiş yani?" derler ya hep; bizim gazetecimiz de "maymunlar, insanlardan meydana gelmiş olamazlar mı?" diye soruyor; insana özgü kendini beğenmiş bakış açısıyla. Diğer yandan, başka bir teori sunuluyor. 2001: Bir Uzay Efsanesi'nin başında; dünyadışı, gelişmiş yaratıkların iteklemesi ile zekası ve becerileri gelişen insanları görürüz. Buna göre, Dünya'da uygarlaşmayı sağlayan yabancı bir güçtür, neredeyse Tanrı gibi. Maymunlar Gezegeni'nde de aynı teoriden bahsediliyor. Bilimadamı şempanze Cornelius, uygarlıklarının var olma nedeninin başka zeki varlıklar olduğundan şüpheleniyor.

Ulysse'nin bu gezegende yaşadıklarını ve kurtuluş çabasını okuyoruz, 176 sayfalık romanda. Bu arada, roman epey sürükleyici, iki saat kadar bir sürede, bir çırpıda okunabiliyor! Bizimkine benzeyen (ama maymunlara ait olan) bir uygarlığı dışarıdan incelemek çok ilgi çekici. Maymunlar Gezegeni'nde de, daha önce bahsettiğim bilimkurgu romanları gibi, fizik kuramlarına pek yer verilmemiş. Işık hızında gerçekleşen yolculuk herhangi bir teoriyle açıklanmamış. Ama zaten, yazarın anlatmak istediği o değil. Ah bir de, kitabın finali epeyce şaşırtıcı! (Belki de, filmi izlemişseniz finalini zaten biliyorsunuzdur...)

3 Ocak 2011

Kent


Kent - City
Clifford D. Simak
Çeviren: Kemal Baran Özbek
İthaki Yayınları
2003 (1. basım)
390 sayfa


1904 doğumlu Clifford D. Simak, bilimkurgu içinde felsefe yazan bir yazar. Işın kılıçlarından, ışınlanmadan, süper ileri teknolojiden uzak; insanı anlatan yazılar yazıyor. En sevdiğim bilimkurgu türü! Bahsedeceğim romanı Kent ise, 1953 yılında Uluslararası Fantazya Ödülü kazanmış. Gelelim romana...

Kitapların önsözünü okuma alışkanlığınız yoksa ve Kent'in "Yayına hazırlayanın önsözü" başlıklı bölümünü atlarsanız, -biraz abartıyorum ama- kitabı okumaya yarısından başlamış sayılabilirsiniz. Çünkü bu kısım Simak'ın kaleminden çıkmış ve kitabın "ne olduğunu" anlatıyor.
"Ateşler gürleyip rüzgar kuzeyden estiğinde
Köpekler'in anlattığı öykülerdir bunlar."
Dünya'da insanların çağı çoktan geçmiş; medeniyetin yeni sahibi olan Köpekler, insanlarla ilgili mitolojik öyküler anlatmaya başlamışlar. Aradan o kadar uzun zaman geçmiş ki Tepegözlerden, Kentaurlardan farkı kalmamış İnsan'ın. İnsan masallarını inceleyen Köpekler, anlatılan sosyal, ekonomik ve kültürel yapının; özellikle kentlerin "hayatta kalması imkansız" yapılar olduğuna; dolayısıyla İnsan'la ilgili öykülerin tamamen kurmaca olduğuna karar vermişler.

Önsözde anlatılan bu inceleme sürecinden sonra Köpeklerin derlediği sekiz tane İnsan öyküsü okuyoruz. Kitabı okumam o kadar uzun sürdü ki, okurken bir yandan da kitap hakkında yazmaya başladım. Öyküler birbirinden bağımsız olduğu için de, her öyküyü ayrı ayrı inceledim.

1. Öykü: Teknolojinin ilerlemesi ile birlikte kent yaşamının gereksizleşmesini, insanların geniş arazili çiftliklere dağılmalarını ve kentlerin yok olmasını kabullenemeyen "kent konseyi"ni okuyoruz bu öyküde; bir de, yeni hayat tarzına direnen ihtiyarları.
"Kent bir anakronizmdir. Kullanılabilirlik özelliğini tüketti. ... Modern çağlara dek varlığını sürdürdü, çünkü insanlar işlerine yakın olmaya mecburdu ve işleri de kentteydi."
Öykü, absürt bir biçimde, bir çim biçme makinesi ile başlıyor ve bir çim biçme makinesi ile bitiyor. Kentlerinin dağılmasını kabullenemeyen konseyle, arazilerinin işgal edilmesini kabullenemeyen Gramp Stevens'ın mücadelesini okuyoruz.

2. Öykü: Kitabın ikinci öyküsü beni epeyce korkutuyor. Abartılmış biçimiyle de olsa, bazen kendimi içinde bulduğum ruh halini anlatıyor çünkü. Gramp Stevens'ın ve Webster ailesinin mezarlığında başlıyor öykü. 1999 yılında ölen Gramp'in, büyük büyük ... torunu Jerome Webster'la tanışıyoruz bu sefer, 2117 yılında. Gençliğinde yıllarca Mars'ta yaşayıp araştırmalar yapan bir tıp doktoru, Jerome. Dünya'ya, eski aile çiftliğine dönmüş ve inzivaya çekilmiş. Bu öyküde, Simak'ın -Asimov gibi- kullandığımız "internet" denen teknolojiyi çok başarılı biçimde tahmin ettiğini görüyoruz. (kitabın 1950'lerin başında yazıldığına dikkatinizi çekerim.)
"Her şey buradaydı. Tek bir numara çevirerek istediğin kişiyle yüz yüze konuşabilir, fiziksel olmasa da ruhen istediğin yere gidebilirdin. Tiyatro izleyebilir veya konser dinleyebilir veya dünyanın öbür yanındaki bir kütüphaneyi araştırabilirdin. İstediğin her işi koltuğundan kalkmadan görebilirdin."
Yıllar süren Mars macerasına rağmen, agorafobik bir adam Jerome. Diğer insanlardan uzak durmaya; evinin, sahip olduğu teknolojinin rahatlığına ve güvenine alışmış, zorunlu olarak kalabalığa karıştığında çok huzursuz olan bir adam. Yakın arkadaşı olan Marslı filozof Juwain'in tedavisi için Mars'a çağrılıyor, ve Jerome'un kendisiyle mücadelesini okuyoruz.

Simak'ın birinci öyküde kurduğu yeni toplumun pek mükemmel olmadığını, henüz tamamlanmayan bu değişim sürecinin sonuçlarının tahmin edilemez olduğunu fark ediyoruz.

3. Öykü: Bu öykü hakkında çok fazla yazmayacağım, çünkü sürprizleri bozup okuma keyfinizi kaçırabilir. Kısaca, bu öyküde her yüzyılda var olan, bazılarını -Einstein, Jules Verne gibi- tanıdığımız, çoğunu ise kalabalığın içinde kaybettiğimiz dahilerden; evrim basamaklarını bizden daha hızlı tırmanan insanlardan bahsediliyor. Bir de, köpeklerin nasıl olup da bir medeniyet kuracak seviyeye geldiklerinin ipucunu veriyor.

4. Öykü: Bu öyküde, ilk kez gerçekten uzaya çıkıyoruz, yeni karakterlerle birlikte. Diğer gezegenlerin yabancılığını hissediyoruz. Jüpiter'deyiz ve epeyce gergin bir ortamda buluyoruz kendimizi. İnsan algısının, insan zekasının zannettiğimiz kadar gelişmiş olmadığını öğreniyoruz.

5. Öykü: İlk öyküden tanıdığımız Websterlar yine karşımıza çıkıyor burada, neredeyse bin yıllık bir hanedan... Dünya komitesi başkanı Taylor Webster ile, Jüpiter'den dönen Fowler karşı karşıya geliyor.

Tuhaf bir biçimde, Webster ailesi hep "üst düzey" bir konumda çıkıyor karşımıza. Bizim dünyamızın politikacı aileleri gibi, sahip oldukları koltuğu hiç bırakmıyorlar. Son Webster da, tüm politikacılar gibi, kendisinin onaylamadığı bir şeyin aslında insanlık için faydalı olabileceğini kabul etmiyor.

6. Öykü: Nihayet köpekler öyküde daha çok yer kaplamaya başlıyor ve Dünya'da çok az insan kaldığını öğreniyoruz. Diğer gezegenlere yerleşen insanlardan sonra dünyada sadece beş bin kişi kalmış. Aileleri, işleri, amaçları olmayan beş bin kişi. Bu insanlardan biri, yine bir Webster. Ne kadar ilginç! İlk öyküden tanıdığımız robot Jenkins, köpeklere "baba"lık yapan bir karakter olarak tekrar karşımıza çıkıyor. İki bin yıllık bilgi birikimi ile neredeyse insana dönüşmüş artık...

Jon Webster ve Jenkins buluşuyorlar. Webster, geride kalan insanların neye dönüştüğünü düşünüyor, Jenkins'in yaşamaya devam ettiği çok eski malikaneyi ziyaret ettiği sırada. Şikayet ettiği insan egoizminin başarılı bir örneğini sergileyerek insanların geleceğini yönlendirecek bir karar alıyor.

7. Öykü: Bir anda beş bin yıl atlıyoruz ve 7000 yaşındaki -hala işler halde- Jenkins'i görüyoruz bu sefer. Dünyaya köpekler hakim, diğer hayvanlar da vahşi yaşamdan uzaklaşmışlar. Ve geride kalan bir avuç insana artık websterlar deniyor, Webster değil. Aynı selpak gibi...

Bir robotun yedi bininci doğum gününü kutlayıp geçmiş hakkında düşünmemek mümkün mü? (Ben 7000 yaşımdan çok uzaktayım ama her doğum günümde geçmişi düşünmeden edemiyorum.) Joshua adında bir köpek geçmiş hakkında felsefik düşüncelere dalıyor. Geçmişteki her anın geri dönülemez dünyalar olduğunu söylüyor. (Evet, bir köpek söylüyor.)
"Kitaplarda, ne savaş ve silahlardan iz kalmıştı ne de nefret ve tarihten, çünkü tarih nefretin ta kendisiydi..."
İnsanın ne kadar şiddet dolu olduğunu anlatıyor Simak.

8. Öykü: İnsanların tamamen tükendiği, diğer hayvanlarınsa köpekler önderliğinde ilerlediği bir dünyada bitiyor kitap. Yerküre'ye geri dönen robot Jenkins yine bir Webster'dan yardım istiyor.

• Özellikle sekizinci öykü hakkında pek fazla şey yazmadım. Kitap hakkında bilgi verirken spoiler yapmamak için... Hiçbir sürprizi bozmamaya çalıştım, umarım başarmışımdır!

Kent, benim çok sevdiğim bir roman. Simak insanı simgeleştirmiş ve kurduğumuz medeniyete uzaktan bakmamızı sağlamış. Sonuçta, her bilimkurgu okurunun edinmesi gereken bir kitap çıkmış ortaya!